Author: Delphi7

  • AYPARA MEHMAN.”HOŞÇA KAL”

    Madem bu aşkı burda bitirelim diyorsun
    Bağrıma taş basıp ta giderim ben hoşçakal.
    Bana ceza olarak kestiğin ayrılığın
    Faturası ne ise öderim ben, hoşçakal.

    Demek taşıyamadın ağır geldim soluna
    Tak hadi öyle ise başkasını koluna
    Nasıl olsa bu ömrü hasretinin yoluna
    Sineyi gere gere adarım ben, hoşçakal.

    Sen de gururlusun ya asla dönme sözünden
    Düşürüver bir zaman sakındığın gözünden.
    Korkma beddua etmem git ellerin izinden
    Şu kalbimi teselli ederim ben hoşça kal

    Duyduğum her türküde kokun burnumda tüter
    O an kim bilir özlem beni nelere iter
    Can özüm, sen rahat ol, sen rahat uyu yeter
    Acının en hasını tadarım ben, hoşçakal.

  • BAHATTIN KARAKOÇ.”IHLAMURLAR ÇİÇEK AÇTIĞI ZAMAN”

    Dilimde sabah keyfiyle yeni bir umut türküsü
    Kar yağmış dağlara, bozulmamış ütüsü
    Rahvan atlar gibi ırgalanan gökyüzü
    Gözlerimi kamaştırsa da geleceğim sana
    Şimdilik bağlayıcı bir takvim sorma bana
    -Ihlamurlar çiçek açtığı zaman.

    Ay, şafağa yakın bir mum gibi erimeden
    Dağlar çivilendikleri yerde çürümeden
    Bebekler hayta hayta yürümeden
    Geleceğim diyorum, geleceğim sana
    Ne olur kesin bir takvim sorma bana
    -Ihlamurlar çiçek açtığı zaman.

    Beklesen de olur, beklemesen de
    Ben bir gök kuruşum sırmalı kesende
    Gecesi uzun süren karlar-buzlar ülkesinde
    Hangi ses yürekten çağırır beni sana
    Geleceğim diyorum, takvim sorma bana
    -Ihlamur çiçek açtığı zaman.

    Bu şiir böyle doğarken dost elin elimdeydi
    Sen bir zümrüd-ü ankaydın, elim tüylerine deydi
    Sevda duvarını aştım, sendeki bu tılsım neydi?
    Başka bir gezegende de olsan dönüşüm hep sana
    Kesin bir gün belirtemem, n’olur takvim sorma bana
    -Ihlamurlar çiçek açtığı zaman.

    Eski dikişler sökülür de kanama başlarsa yeniden
    Yaralarıma en acı tütünleri basacağım ben
    Yeter ki bir çağır beni çiçeklendiğin yerden
    Gemileri yaksalar da geleceğim sana
    On iki ayın birisinde, kesin takvim sorma bana
    -Ihlamur çiçek açtığı zaman.

    Bak işte, notalar karıştı, ezgiler muhalif
    Hava kurşun gibi ağır, yağmursa arsız
    Ey benim alfabemdeki kadîm Elif
    Ne güzellik, ne de tat var baharsız
    Güzellikleri yaşamak için geleceğim sana
    Geleceğim diyorum, biraz mühlet tanı bana
    -Ihlamurlar çiçek açtığı zaman.

    Ihlamurlar çiçek açtığı zaman
    Ben güneş gibi gireceğim her dar kapıdan
    Kimseye uğramam ben sana uğramadan
    Kavlime sâdıkım, sâdıkım sana
    Takvim sorup hudut çizdirme bana
    Ben sana çiçeklerle geleceğim
    -Ihlamurlar çiçek açtığı zaman.
    (Uzaklara Türkü)

  • PROF. DR. NURULLAH ÇETİN.”BAHATTİN KARAKOÇ’UN “ELİF” ŞİİRİ ÜZERİNE BİR TAHLİL”

    ELİF
    Bir rüzgâr yolarken bulutları lif lif
    Turalanmış saçlarını uçuruyordu Elif
    Uyku vaktini unutmuş gökteki tek yıldıza doğru
    Ötelerden yansıyordu bir dağın kamburu
    Bir ezginin rüzgârında ırgalanan düşü içinde
    Daha tay, daha ceylân, daha zinde
    Elif bir kar suyudur dupduru
    Hiç resim çektirmemiş, aynası sular olmuş
    İnce parmakları karınca, gözleri kuş
    Şaklar çıplak bir atın sağrısında kamçı kamçı
    Bağcıkları sık bağlanmış örgülü saçı
    Rüzgâr Elif’ten deli, Elif rüzgârdan inat
    Sanırsın pervazlanmış ışıktan bir kanat
    Ovalar kadar geniştir her kulacı
    Dünya benimdir der Elif, eğilmeden yürürken
    Sevgisi hâs, gönül toprağıysa gen
    Ne filizler fışkırır mayalanan zamandan
    Elif elmadaki renk, Elif kurbandaki kan
    Başka kız mı yok sanki, niye hep satırbaşı,
    Şiirde ve kelâmda Elif hep yüzük taşı?
    Elbet şaşacak buna tek boyutlu her insan
    Öfkeli bir dev gibi homurdanıp gelirken
    Elif’i alıp da gidecek kara tren
    İlk ben kapak olurum karnı aç tünellere
    Ve ezgiler dokurum sancılı tellere
    Elif bir sümbüldür, Elif süt bakış
    Elif-lâm-mim demiş, oturmuş nakış
    Elif bir sultandır can güzellere
    (26.7.1985)
    (Bir Çift Beyaz Kartal, Dolunay yayınları, Kahramanmaraş, 1986, s.71)

    İÇERİK
    Konu: Anadolu köylüsü
    İzlek: Kırsal, doğal alana ve Anadolu’ya ait saf, güzel, iyi, insanî, millî değerler, kentin kirliliğine, yozluğuna, sıradanlığına, kozmopolitizmine, yavanlığına, insanı ezen, silen, yok eden yapısına karşı titizlikle korunmalıdır. Sahte ve kirli kent değerlerinin saf ve temiz kırsal alan değerlerini ortadan kaldırması tehlikesine karşı hassas olunmalıdır. Yeni zamanlarda maruz kalınan kentleşme, modernleşme ve sanayileşme durumları, tarihsel süreç içerisinde, saf tabiat ortamı ve geleneksel millî kültür değerleriyle uyumlu ve mutlu bir bütünlük oluşturmuş olan Türk milletinde aşınmalar meydana getirmiştir. Bu izlek, Jean Jacques Rousseau’nun “medeniyet kötüdür, ilkellik iyidir” tezinin bize uyarlanmış bir türevidir.
    Düşünce: Şiirde düşünce unsuru vardır; fakat bu, duyguya ve yaşantıya ustaca dönüştürülerek, eriyik hâlde sunulmuştur. O bakımdan metin, çok başarılı bir düşünce şiiridir. Düşünce unsuru olarak da doğacıl yaklaşımı görmekteyiz.
    Türk edebiyatının en güzel doğacıl (pastoral) metinlerinden biri olan bu şiir, doğacıl duyarlığın millî ve manevî motiflerle renklendirilmiş bir ürünüdür. Doğal, saf, geleneksel ve millî Anadolu, yoz ve modern kente karşı önceleniyor.
    Daha önce Abdülhak Hâmit ve bazı Servet-i Fünun dönemi şairleri de köylü güzeli tipi tasviri ve değerlendirmeleri yapmışlardı. Ancak onlar, daha çok batılı anlamda pastoral metinlerin birer kopyası olan, eğreti duran ve bizim yerli yapımızı yansıtmayan sun’î metinlerdi. Bahattin Karakoç ise tamamen yerli, millî özellikte bir köylü güzeli tipi ve Anadolu köyü ortamı çizmektedir.
    Türk doğacıl şiir edebiyatında yüceltilen, kendisine iyilikler, saf güzellikler, mutluluklar izafe edilen köylü kızı tipine çokça yer verilmiştir.
    Bu da genellikle şehirli, modernize olmuş kadınlara ve bu yüzden mutsuz olmuş, eşlerini ve diğer yakınlarını da madde, para, eşya, süs gibi eğreti unsurlar yüzünden mutsuz etmiş şehir kadınlarına karşı çıkarılan saf, temiz, yalın bir köylü güzeli tipidir.
    Kentli kadın, medeniyetin gereği olarak güzelleşmek, bakımlı yaşamak ve sosyal faaliyetlerde rol alabilmek için süs eşyası, giyim, yapmacık tavır, davranış ve konuşma biçimleri gibi pek çok ihtiyaçlar ve zaruretler altında kıvranmakta ve böylece hem kendileri hem de yakınları- tabii bu arada eşleri bunalmaktadır.
    Ayrıca üstlerinde eğreti duran süsler, boyalar ve âdâb-ı muâşeret zoruyla yapılmak zorunda kalınan kurallara bağlı davranış biçimleri, kentli kadını çoğu zaman doğallığından uzaklaştırmaktadır.
    Buna karşı köylü kızının süs eşyasına, giyime vs. ihtiyaç olmadan mevcut imkânlarla yetinen olanca sadeliği öne çıkarılır. Davranışlarındaki serbestlik ve kişiliğindeki saflık, onu doğal bir konumda tutmakta ve böylece özenilen bir tip olarak sunulmaktadır.
    Nitekim Abdülhak Hâmid’in Sahra’sındaki köylü kadını tipi buna benzer niteliklere sahiptir. Onun tasvirine göre bu bedevî kadını, dağda şahin bakışlı bir kızdır ve ahu gibi ürkek ürkek gezer. O, dağların perisine benzer. Aşk kavramının ne olduğunu bilgi olarak bilmez ama; güzelliği bulunduğu yer gibi doğaldır.
    “Aşk”, “âşık” gibi kavramlar ve büyük aşk hikâyelerini bilmez ama; onun gönlünde de aşk, sevda denilen bu duygu tanımlanamaz bir biçimde vardır. Bir kardelen çiçeği gibidir. Sabah rüzgârıyla reyhan yayar, misk kokulu zülfü naz omuzundan sarkar. Kendi kendine kâinatı seyreder. Garip sesler çıkarır.
    Bir Meryem bâkireliğine ve masumiyetine sahiptir. Üstü başı sadedir ve süs eşyası yoktur. Onun süsü yaratılışında ve doğal güzelliğindedir. Yüzünü saf su temizleyip güzelleştirir, saçını ruhların nefesi tarar, onu uykudan çiçek kokularıyla dolu sabah rüzgârı kaldırır. Sabahı horoz müjdeler. Oynaşı ile dağda buluşurlar.
    Aşka dair bir şey söylemezler. Birbirlerine “canım cicim” diyemezler ama; gönülden ve candan yani lisan-ı hâlleriyle sevişirler. Birbirlerinden ayrı düşseler bunun, bu durumun adının “hicrân” diye bir kavram olduğunu bilgi olarak bilmeseler bile gönüllerine keder düşerek o hâli bizzat yaşarlar. Görüldüğü gibi burada tasvir edilen kız, her yönüyle doğal, sade, mutluluk veren bir kadındır.
    Bunun karşıtı olarak öne çıkarılan beledî (kentli) kadın tipi ise şöyle tasvir edilir: Zavallı kentli, yakasını hafif meşrep bir kokot karının pençesine kaptırmıştır. Cefası çekilir gibi değildir. Yüzü düzgünlüdür, boyalıdır ve bütün sözleri de düzmeden ibaret safsata ve gerçek dışıdır.
    Bütün işi gücü can yakma ve gönülleri üzmekten ibarettir. Yine de bin franga ülfet eder ama âşıkına kim bilir ne külfetler eder. Bütün dikkati kıyafet üzerinde yoğunlaşır. Modaya uygun giyinmiyorsan seninle âşıkdaşlık etmez.
    Aklı fikri parada puldadır. Onun kulu kölesi olur. Genç, yakışıklı bile olsan paran, araban yoksa o sana yüz vermez. Bu da yetmez; bir kulübe üye olmak gerekir, onu operaya, yemeğe, yarış yerlerine götürmek gerekir.
    Sosyete âdetlerine uymalıdır. Yedirir içirir eğlendirirsin, bol bol para harcarsın yine de memnun edemezsin. Sosyete âleminde selâm ve sohbet para ister, sefihler peygamber, fakirler mürtet, para mabût, bankalar mabet, kadınlar melek, balo da cennettir. İşte sosyete kendisine böyle bir din icat etmiştir.
    Hâmit, bu karşılaştırmayı yaparak kente karşı kırsalı önceler ve rahat ve huzurun sadelikte, saflıkta ve tabiatta olduğu sonucuna varır. Gerçi onun bu düşünceleri kuramsal kalmıştır. Fiilî yaşantısı da yine istihza ile tasvir ettiği o sosyete âlemlerinde geçmiştir.
    Olay: “Elif” şiiri, manzum hikâye değildir. Fakat geri plandan yüzey yapıda yer alan ve şiirin üzerine temellendiği bir olay katmanı üretebiliriz. O da şudur: Bir Anadolu Türk köyünde saf tabiat ortamında özgür, mutlu, neşeli olarak yaşayıp gitmekte olan Elif adında bir köylü güzeline bir gün, şehirden bir talip çıkar ve köyden kente gelin gitme durumu belirir. Bu durum karşısında şair, büyük bir tepki ve hüzün duyar. Belki şiirin yazılmasına sebep, böyle bir olay olmuş ve şair, şahit olduğu bu olaydan yola çıkarak bu şiiri yazmış olabilir.
    Varlık: Şiirde varlıklara özel bir yaklaşım göremiyoruz. Şair, varlık yorumu üzerinde durmuyor; varlıkları dekoratif birer unsur olarak kullanmakla yetiniyor.
    Duygu: Şiirde iki ayrı duygu katmanı var: Şiire konu olan Elif’in duyguları ve bunun karşısında şairin duyguları. Elif, duygusal donanımı itibariyle tamamen iyimser bir hava içersindedir. Şen, şakrak, yaşama sevincinden bir şey kaybetmemiş, ümitle dolu. Karamsar duygulara yer vermiyor.
    Elif karşısında yani Elif’in kente gitmesi ve bunun simgeselliğinde geleneksel muhafazakâr değerlerle örülü bir huzurlu hayat tarzından modernleşme sürecine geçmesi durumu karşısında şair, öfke, hüzün, korku gibi karamsar duygulara kapılır, tedirgin olur. Bu, bireysel değil; sosyal bir tedirginliktir.
    Milleti adına, millî, dinî, tarihî değerler ve kültürü adına duyulan bir hüzün duygusudur. Bu tür duygularını da son bendin ilk 4 mısraında dillendiriyor.
    Görüntü: Şiirde Anadolu köyünün tabiî ortamında, canlı yaşantısı içinde tasvir edilen Elif görüntüsü, nesnel olmaktan çok özneldir. Bu da resimsel bir görüntüdür. Şairin duyguları, istekleri, beklentileri, algıları gibi kendine özgü bireysel eğilimi doğrultusunda çizilen bir görüntüdür bu. Şair, adeta fotoğraf çekmiyor, resim yapıyor.
    Soyut Görüntü Unsurları
    Simgeler: Rüzgâr, bulut, yıldız, dağ, kar suyu, su, at, ova gibi kelimeler, kırsal alanın tabiîliğini, özgürlüğünü, safiyetini simgeleyen, köy dekorunu sağlayan varlıklar olarak belirgin bir konuma sahip.
    İmgeler: Şiir, oldukça yoğun bir imge yapısına sahip. Başlıca imgeler de şunlardır:
    * Tabiatla bütünleşen özgürlük:
    1. bendden: “Bir rüzgâr yolarken bulutları lif lif / Turalanmış saçlarını uçuruyordu Elif / Uyku vaktini unutmuş gökteki tek yıldıza doğru”
    Şair, aynı imgeye 2. bendde daha geniş olarak yer vermektedir: “Şaklar çıplak bir atın sağrısında kamçı kamçı / Bağcıkları sık bağlanmış örgülü saçı / Rüzgâr Elif’ten deli, Elif rüzgârdan inat / Sanırsın pervazlanmış ışıktan bir kanat / Ovalar kadar geniştir her kulacı”
    Şiirin ilk iki bendinde sinemaya özgü hareketli bir görüntü; bir yaz akşamı atına binmiş, Elif adında güzel bir Türk köylü kızının örülü saçlarını rüzgârda savurarak gidişi resmedilmektedir. Bağcıkları sık bağlanmış olan örgülü saçı, çıplak bir atın sağrısında kamçı gibi şaklar yani atını hızlı bir şekilde koştururken uzun örgülü saçları, atın sağrısına çarpa çarpa gider.
    Geri plândaki görüntü budur ve bu yüzey yapıyı oluşturmaktadır.
    Bunu şiire bağlı kalarak biraz daha açalım: Bir yaz akşamı rüzgâr, bulutları tel tel, iplik iplik yolmaktadır. Elif, bu rüzgârlı havada gökte uyku vaktini unutmuş olan tek yıldız yani çoban yıldızına doğru örülmüş saçlarını uçurarak gitmektedir.
    Akşamın loş, alaca karanlığında ötelerden bir dağın kamburunun gölgesi yansımaktadır. Bir kar suyu kadar dupduru ve saf bir güzelliğe sahip olan Elif, ya ötelerden gelen bir çoban kavalından çıkan ya da kendi söylediği türkülerden oluşan bir ezginin rüzgârında sallanan, kımıldanan düşü içinde tay ve ceylan gibi dinç ve diri bir şekilde bulunmaktadır. Bu düş, belki de onun genç kızlık hayalleri, ilerde mutlu bir evlilik ve yaşantı umutlarıdır.
    Kırsal alan sakini, kentli insandan farklı olarak hareketlerini belli bir ölçüyle sınırlandırmaz, kendini kısıtlamak zorunda kalmaz ve manevra alanı dar değildir. O, olabildiğince özgürce davranmak ve hareket etmek ister. Geniş mekânların ve hür ortamların insanıdır. Doğasından getirdiği özgürce davranma eğilimini içinde bulunduğu fiziksel mekân olan doğal ortamla bütünleştirerek sergiler.
    Rüzgâr, sert esmekte ama o rüzgâra inat atını sürmektedir. Rüzgârda at koşturan Elif, karşıdan bakınca ışıktan bir kanadın uçmakta olduğu imgesini vermektedir. Diri bir şevkle atını mahmuzlayarak gidişi, ovalar kadar geniş kulaç atışa benzetilmektedir.
    * Duygu, düşünce ve heyecanlara ezginin eşlik etmesi:
    “Bir ezginin rüzgârında ırgalanan düşü içinde / Daha tay, daha ceylân, daha zinde”
    Türk milletinin uzun tarihî gelişimi içinde duygu, düşünce ve hayale dayanan soyut ve sanatsal zihin faaliyetleri, genellikle ezgiyle birlikte olmuştur. Biri birisiz olmamıştır. En eski ozanlarımız, yakın zamana kadar halk şairlerimiz, duygu, düşünce ve heyecanlarını kopuz, saz eşliğinde dillendirmişlerdir.
    Halk şairleri, hem çalar hem söylerler. Burada da geleneksel Türk yaşama, davranma biçimi ve sanat anlayışı vurgulanıyor. Elif’in düş kurması, büyük duygular, hayaller, heyecanlar beslemesi, ancak ya başkasının ya kendisinin söylediği bir türkü ya da rüzgârın çıkardığı tabiî ezgi eşliğinde gerçekleşmektedir. Elif, yani Türk milleti, gündelik yaşantısına sanat katarak kendini zinde ve mutlu hissetmektedir.
    * Doğal safiyet:
    “Elif bir kar suyudur dupduru / Hiç resim çektirmemiş, aynası sular olmuş”
    Elif, hayatında hiç resim çektirmemiş, kent yüzü görmemiş, güzelliğini görecek, saçını tarayacak bir aynası da olmamış. Ayna olarak su birikintilerini kullanmış. Bu mısralarda Anadolu insanının tamamen doğal bir saflık içindeki güzelliği ve olumlu yapısı vurgulanıyor. Burada dolaylı olarak medeniyete, teknolojiye, sun’îliğe, insan hayatındaki eğreti unsurlara olumsuzlayıcı bir gönderme var. Kentli insan, kimyevî maddelerle, kozmetikle güzellik edinmeye çalışırken; Elif, yani Anadolu kadını, güzelliğini, kimyevî boyalara, renkli, süslü, eğreti eşyalara değil; tamamen doğal yapısına borçludur.
    O, doğal güzelliğini bozmamıştır. Resim çektirmek ve aynaya bakmak, poz vermedir. Bunda kendisi olmak değil, başkası tarafından beğenilen olmak kaygısı vardır. Poz verme de doğal duruşu bozma, eğreti ve sun’î bir duruş takınmadır. Kentli insan, bütün insan ilişkilerinde, sosyal yaşantısında hep başkasına karşı ısmarlama, sun’î pozlar takınır. Giyimini, davranışlarını, konuşmalarını, jest ve mimiklerini hep başkasının isteklerine ve beklentilerine göre ayarlar. Gerçek kimliğiyle ve doğal hâliyle değil; düzenlenmiş, ayarlanmış, belirlenmiş ve sınırlanmış hâllerle var olmaya çalışır.
    Aynı imge, 3. benddeki “Elif elmadaki renk, Elif kurbandaki kan” mısraında da pekiştiriliyor. Elif, güzelliği, masumluğu ve hayâsı sebebiyle yüzünde oluşan hafif kızarıklıktan dolayı elmanın rengine, sıcaklığından dolayı kurban kanına benzetilmektedir. Bu imgenin son bendde de derinleştirildiğini ve farklılıklarla zenginleştirildiğini görüyoruz: “Elif bir sümbüldür, Elif süt bakış”
    * Anadolu insanının şevki:
    “İnce parmakları karınca, gözleri kuş”
    Elif’in yani Anadolu insanının ince parmakları karınca gibi hareketli, faal ve çalışkan, gözleri kuş gibi şen, canlı, diri ve neşelidir. Kentli insanlarda görülen derin felsefî düşünceler, düşünce kaynaklı hastalıklar, sosyal olaylar, evhamlar, kaygılar, korkular onun yaşama sevincini çökertmemiştir.
    Medeniyet, insanın yaşama şevkini kırmış, pek çok konuda ümidini törpülemiş, ruhunu karartmıştır. Kırsal alan insanı ise tam bir rahatlık ve güven içinde normal hayatını dolu dolu, şevkle, heyecanla yaşamaktadır.
    * Zedelenmemiş şahsiyet:
    “Dünya benimdir der Elif eğilmeden yürürken”
    Şiirdeki Elif kişiliğini okurken arka planda kentli insanların hâllerine karşıtlık bağlamında göndermeler vardır. Elif’in eğilmeden yürümesi, Anadolu insanının kimseye boyun eğmeyen, kendine tam bir özgüvenle, bütün şahsiyetini muhafaza ederek yaşaması vurgulanırken; aynı zamanda kentli insanın bu değerlerden mahrum oluşuna da zımnen göndermelerde bulunulmaktadır.
    Zira kentli insan, gerek maddî menfaat elde etmek kaygısıyla gerek gelecek korkusuyla, gerek dışlanma korkusuyla, gerek başka kaygılarla zaman zaman eğilmek durumunda kalarak şahsiyetini zedeleyebilmektedir. Anadolu insanının ise hiç kimseye minneti olmadığından şahsiyetini korumakta, kişiliğine halel getirecek durumlara tevessül etmemektedir.
    * Samimiyet ve iyi niyet:
    “Sevgisi hâs, gönül toprağıysa gen”
    Kentli insanın davranışlarında ve sosyal ilişkilerinde zaman zaman samimiyetsizlikler, riyakârlıklar, içten pazarlıklar görülür. Sizin yüzünüze gülerken gizli gizli kötülükler planlıyor olabilir. Sevgisi her zaman has olmayabilir.
    Birçok sebepler ve kaygılarla yüzünüze güler, arkanızdan vurabilir. Anadolu insanı ise içi dışı birdir. Size güler yüz gösteriyorsa sizi gerçekten seviyordur. Sizi sevmiyorsa kızgınlığını gizlemez, hemen belli eder. İçten pazarlıklı, gizli hesap kitap içinde değildir. Riyakârlığa gerek görmez.
    Kentli insanın gönül toprağı geniş değildir, cimridir, alanını sınırlar, insanlar arasında bazı ölçütlere göre ayırım yapar. Sevdiği, iyilik ettiği, ilgi gösterdiği insan kümesi sınırlıdır. Anadolu insanı ise bütün insanlara gönlünü açar, herkese iyilik emek ister, onun gönül bahçesinde herkese yer vardır.
    * Elif simgesinin Türk kültürünün başlangıç noktası olması:
    “Başka kız mı yok sanki, niye hep satırbaşı, / Şiirde ve kelâmda Elif hep yüzük taşı?”
    Türk millî kültürünün iki temel yapısı var: Dinî duyuş-yaşama biçimi ve sanat-edebiyat. Her iki alanda da “elif”, simgesel bir konuma sahip. Türk kültür ve medeniyetini yapan ve ören İslam’ın merkezinde Allah ve Kur’an vardır. Kelâmullah olan Allah ve Kur’an harfleri olan Arap elifbası, elifle başlar. Türk edebiyatının dev birikimini oluşturan Osmanlı Klasik Türk edebiyatında; hem Divan hem halk edebiyatında elif mazmunu, bir anahtar kavram olarak çok kullanılır.
    Divan şiirinde sevgilinin ince uzun boyu Elif harfine benzetilir. Elif harfinin başta olması, bir sonraki harfe bitişmemesi, yalnız olması, bir rakamıyla aynı dolayısıyla Allah’ı simgeler.
    Dolayısıyla Bahattin Karakoç’un yukarıdaki mısralarda şiirde ve kelâmda elifi satırbaşı ve yüzük taşı olarak zikretmesi anlamlıdır. Son benddeki: “Elif bir sultandır can güzellere” mısraında da Elifin can güzellere yani hem dünya güzellerine hem de mana güzelliklerine sultan oluşu belirtilerek bu imge renklendirilmiş oluyor.
    *Pozitivizmin insanı yarım bırakması:
    “Elbet şaşacak buna tek boyutlu her insan”
    Bütün bunlara yani yukarıda anlatılanlara tek boyutlu insanın şaşması şudur: Tek boyutlu insan, pozitivist ve materyalist kişidir. Manaya önem vermeyip sadece maddeyi esas alan kişi. İnsanda, dünyada, varlıkta hem manevî hem de maddî boyut bir bütün olarak vardır.
    Manevî boyutu inkâr eden materyalist, tek boyutludur ve Elif simgesinin maddî olduğu kadar manevî değerleri de temsil ediyor olması onu şaşırtır. Elif, ince uzun boylu dünya güzelini yani maddeyi, dünyayı temsil ettiği gibi tevhidi, Allah’ı simgelemesi ile manevî boyutu da temsil eder.
    Böylece Elifte madde-mana, dünya-ahiret, yaratılan-yaratıcı bütünlüğü vardır. Tamlığı, bütünlüğü temsil eder. Tek boyutlu insan ise Elif’te sadece ince uzun boylu güzel dünya kızını yani sadece maddeyi ve faniliği görür. Bu da yarımlık ve eksiklik demektir.
    * Kentleşmenin doğallığı yok etmesine duyulan tepki
    “Öfkeli bir dev gibi homurdanıp gelirken / Elif’i alıp da gidecek kara tren / İlk ben kapak olurum karnı aç tünellere / Ve ezgiler dokurum sancılı tellere”
    Şiirin dördüncü bendinde biraz farklı bir konuya yer veriliyor. O da öfkeli bir dev gibi homurdanıp gelen kara trenin Elif’i alıp götürmesi imgesidir. Elif’in köyden kente gelin gitmesi özelinde, köyden kente göçle birlikte kırsal alana özgü saf, iyi, güzel ve doğal değerlerin kentte zaman içinde aşınması ve yok olması korkusunu barındırıyor.
    Şair, ‘karnı aç tünellerle ilk ben kapak olurum’ derken, bu değerler aşınmasına ve kozmopolitleşmeye karşı engel olunması gerektiğini belirtirken bunun hüznünü de terennüm ediyor.
    *Tekvînî ve kelâmî âyet bütünlüğü:
    “Elif-lâm-mim demiş, oturmuş nakış”
    Elif-lâm-mim, Kur’an âyetidir. Allah’ın sözüdür ve bu nakış, oturmuştur, çok güzel düşmüştür. Burada şu vurgulanmak isteniyor: Saf ve doğal hâliyle bir köylü güzeli olan Elif, Allah’ın tekvînî (oluşsal, yaratılışsal, varlıksal) bir âyeti (işareti, yaratıcılığının ve ilâh oluşunun bir göstergesi)dir. Elif-lâm-mim ise Allah’ın kelâmî (sözel) âyetidir. Dolayısıyla tekvinî ve kelâmî âyetler birbirini bütünlemektedir.
    İlkörnek: Şiirde ince, uzun bir köylü güzeli tipi tasvir edilmekte ve simgesel değerlerine vurgu yapılmaktadır. Bir köylü güzeli olarak tasvir edilen Elif, Anadolu Müslüman Türk toplumunun tipik bir temsilcisi olarak alınmıştır. Genel geçer Türk tipi olarak, Türk kadını, Türk köylü kızı olarak Türk edebiyatında fazlasıyla kullanılmış bir tiptir.
    Ancak burada sadece bir köylü güzeli tasvir edilmekle kalınmıyor; bunun temsilciliğinde iki temel değerler dizgesi sergileniyor. Bunlar: 1. Anadolu kırsal alanının saflığı, doğallığı, temizliği ve güzelliği. 2. Manevî-İslamî değerlerin “Elif” simgesiyle yansıtılması.
    Metinlerarası İlişkiler
    -Karşıtlığa dayalı taklit: Şiirin ilk bendinde Ahmet Haşim’in “O Belde” şiirine karşıtlığa dayalı ciddî bir taklit görülmektedir. Kentli bir şair olan Ahmet Haşim’in kentli bir görüntü ve duyarlıkla ortaya koyduğu sevgili tipi ve görüntüsüne karşı burada köylü güzeli tipi görüntüsü ve imgesi çıkarılmaktadır. Yani tepkisel bir tavır alış söz konusudur.
    Ahmet Haşim, “O Belde” şiirinde deniz kenarında ufka bakan, saçlarını rüzgârın dağıttığı aristokrat, kentli, ince bir hüzün barındıran bir sevgili tipini tasvir ediyordu: “Denizlerden / Esen bu ince havâ saçlarınla eğlensin. / Bilsen / Melâl-i hasret ü gurbetle ufk-ı şâma bakan / Bu gözlerinle, bu hüznünle sen ne dilbersin!”
    Bahattin Karakoç ise saçlarını sahil rüzgârına değil; bozkır rüzgârına tutan, hüzünlü değil; neşeli bir köylü güzeli tasvir ediyor.
    -İmge aktarımı: Bahattin Karakoç, Türk edebiyatından iyi beslenmiş bir şair olarak kendi edebiyat geleneğine doğal bir eklemlenme içerisindedir. Bu da onun zenginliğini ortaya koyuyor. Buna bazı örnekler verelim:
    * Köylü güzelinin gözlerinin kuşa benzetilmesi imgesi Karacaoğlan’da da vardır:
    “Keklik gibi taştan taşa sekersin / Top kuş gibi geri dönmüş bakarsın
    * Bağcıkları sık bağlanmış olan örgülü saçı, çıplak bir atın sağrısında kamçı gibi şaklar yani atını hızlı bir şekilde koştururken uzun örgülü saçları, atın sağrısına çarpa çarpa gider. Benzer bir tasviri Karacaoğlan şöyle yapar:
    “Saçları topukla eyliyor cengi / Bir ceren bakışlı on dört yaşlının”
    * Üçüncü bendde Elif tipine dair bazı belirlemeler, benzetmeler yapılır. Buna göre: Elif, eğilmeden giderken sanki bütün dünya benim der gibi bir hava içinde kendine sonsuz bir güvenle yürür. Nitekim Karacaoğlan da bir şiirinde şöyle der: “Dinleyin bir güzeli methedeyim / Yiğide nispetle yürüyüşlünün”
    * Elif, güzelliği, masumluğu ve hayâsı yüzünden yüzünde oluşan hafif kızarıklıktan dolayı elmanın rengine, sıcaklığından dolayı kurban kanına benzetilmektedir. Renk bakımından sevgili ile elma arasında benzerlik kurulması imgesi, Karacaoğlan’da da vardır: “Elmadan kırmızı elmastan beyaz / Şöyle bir güzel ver gönlüm eğleyim”
    * Başka kızlar değil de hep satırbaşı olan Elif’tir.
    Elif, şiirde ve kelâmda hep yüzük taşıdır. Burada “Elif” imgesinin Türk edebiyatında ve dilde kullanılışına göre aldığı değere vurgu yapılmaktadır. Bunlar şöyle: Halk şiirinde olsun, Divan şiirinde olsun en ön sıralarda hep Elif’ten söz edilir. Karacaoğlan’ın meşhur bir semaîsi buna iyi bir örnektir:
    “İncecikten bir kar yağar / Tozar Elif Elif diye / Deli gönül abdal olmuş / Gezer Elif Elif diye.
    Elif’in uğru nakışlı / Yavru balaban bakışlı / Yayla çiçeği kokuşlu / Kokar Elif Elif diye.
    Elif kaşlarını çatar / Gamzesi bağrıma batar / Ak elleri kalem tutar / Yazar Elif Elif diye.
    Evlerinin önü çardak / Elif’in elinde bardak / Sanki yeşil başlı ördek / Yüzer Elif Elif diye.
    Karacaoğlan eğmelerin / Gönül sevmez değmelerin / İliklenmiş düğmelerin / Çözer Elif Elif diye.”
    -İçerik benzerliği: Bahattin Karakoç’un buradaki şiiriyle Ahmet Muhip Dıranas’ın “Elif” şiiri arasında muhteva benzerliği var. Mukayese imkânı sağlaması bakımından Dıranas’ın şiirini alıyoruz:
    “Elif kara taştan bir köyde yaşıyor, / Bir damın sazı, bir ocağın ateşi; / Her akşam kanlarla batan bir güneşi / Başında ağır bir taç gibi taşıyor.
    Süt emmiş Elif en eski destanlardan, / Masalların altın beşiğinde uyumuş / Elif bir mağrada geçmiş zamanlardan / Uğrun uğrun esen ninniyle büyümüş.
    Ne kadar güzelsin Elif, dağın kızı! / Derin ıssızlığın kokusuz çiçeği! / Ey, sevincinde bir büyük geleceği / Muştulayan içki, bin yılın kımızı!
    Elbet bir ömre tek sözüdür kaderin; / Ağrı’nın ak şafağı söken alnında / Mutlu kıyıları kapıp cennetlerin, / Elif! Sonsuza gebe kız, tek tanrıça!”
    ŞEKİL
    Nazım Şekli: Şiir, bendlerle kurulan ve eşit düzenli nazım biçimlerinden 7’li bir nazım şekline sahip. Yani şiir, mısra kümelenişi bakımından 7’şer mısralık 4 bentten oluşan bir metin. Kafiye sistemi itibariyle ise şöyle bir yapısı var: Her bendin ilk 6 mısraı düz kafiyeli yani her 2 mısra kendi içinde kafiyeli, 7. mısra ise bağımsız. 7. mısra, hem kafiye bakımından bağımsız, hem cümle kuruluşu bakımından, hem de anlam bakımından. Bendlerin baştan itibaren ikişer mısralık kümeleri, anlamlı ve kendi arasında kafiyeli tek bir cümle oluştururken; son mısraı bağımsız kalmaktadır. Böylece nazım şekli itibariyle bu şiir, özgün bir değere sahip.
    DİL VE ÜSLÛP
    Dil: Şair, dil sapmalarına yer vermeden, düzgün, kurallı, güzel, akıcı bir Türkçe kullanma gayreti içindedir. Yalnız şair, konuyla örtüşen bir tavırla bazı mahallî dil unsurlarına yer vermiş.
    Mesela “turalamak” fiili Anadolu Türkçesinde kullanılan ama yazı dilinde pek karşılaşmadığımız bir kelime. Sözlükler bu kelime için şu anlamı veriyor: Dolaşmak. Bazı oyunlarda düğümlenmiş mendil veya kuşakla vurmak. İplik çilelerini turalarına ayırmak. Ayrıca “ırgalamak”: Sarsmak, yerinden oynatıp sallamak, “gen”: Geniş, kelimeleri de var.
    Şair, Anadolu köyünü ve köylüsünü dışardan kentli bir insanın bakış açısı ve diliyle anlatıyor. İçerden bir halk şairi gözlem ve tutumu yok. O yüzden şiirin kelime kadrosu, mahiyeti itibariyle kentlidir. Ancak zaman zaman mahallî dil unsurlarına ve konuşma diline de yer vermektedir.
    Şiir dilinde anlaşılması, anlamı zor bir kelime hemen hemen hiç yok Yalnız bazı okuyucular, turalamak, ırgalamak, sağrı, pervazlanmak, gen, elif-lâm-mim gibi kelime ve ifadeler için sözlük kullanma ihtiyacı duyabilecektir.
    Üslûp: Şiirin üslûbu genelde yalındır. Anlamı zorlayan bir söylemi yok. Ortalama bir okuyucunun kolayca anlayabileceği bir şiir. Yalnız bu yalın üslûp şiiri basit ve sıradan yapmıyor. Şiir, oldukça derin, imgelerle yüklü, sanatlı bir yapıya sahip. Fakat şair, büyük bir başarı göstererek sehl-i mümteni örneği ortaya koymuştur. Ayrıca tasvirî üslûp da kendini kuvvetle hissettiriyor.
    AHENK
    Ses tekrarları: Şair tarafından ister bilinçli olarak tercih edilmiş olsun isterse olmasın, şiirde yer yer içeriğe uygun ses tekrarları görülmektedir. Biz, şiir okurken görüntü-ses-muhteva bütünlüğüne bağlı bir ahenk seziyoruz. Mesela: “Bir rüzgâr yolarken bulutları lif lif / Turalanmış saçlarını uçuruyordu Elif” mısralarında i harfi 4 kez tekrarlanmış. “Bir” kelimesinin anlamı ve rakam olarak yazılışı, “lif” kelimesinin anlamına uygun olan görüntüsü ve “elif” harfinin anlamı ve görüntüsü hep ince, uzun, narin bir şekli çağrıştırıyor. Dolayısıyla i harfinin sesi ve görünüşü, bu inceliği ve narinliği hissettiriyor ve çağrıştırıyor. Bir başka örmek:
    “Şaklar çıplak bir atın sağrısında kamçı kamçı / Bağcıkları sık bağlanmış örgülü saçı” mısralarında 4 ç, 2 ş, 1 c harfi var. Bunlar, benzer ses değerlerine sahip harfler ve kamçı şaklaması sesini yansıtmaktadırlar.
    Kafiye: Şair, kafiye konusunda oldukça bilinçli davranıyor. “Nazım Şekli” bölümünde vurguladığımız gibi her bendin ilk 6 mısraında ikişer mısralık kümeler içinde Mesnevi kafiyesi veya eşleme ya da düz kafiye denilen sistemi uyguluyor. Tam ve zengin kafiyelerin ağırlıkta olması, şairin kafiye konusunda başarı sağladığını gösteriyor. Ayrıca kafiye zorlaması görülmüyor. Şair, mısraları kafiyeye uydurma zorlaması içersinde değil. Kafiyeler, tamamen doğal bir akışa bağlı olarak ustaca ve kendiliğinden doğmuş. Şiiri kafiye yönlendirmiyor.
    Kelime Tekrarları:
    İkilemeler: Örnekler: lif lif, kamçı kamçı
    Mısra başı tekrarı: Şiirin bütününde “Bir” kelimesi 2, ”Elif” kelimesi 6 kez tekrarlanarak bir ahenk sağlanmış. Ayrıca şiirin tamamında “Elif”, toplam 13 kez tekrarlanıyor. Bu da vurgulu bir ahenk doğuruyor.
    Mısra içi kelime tekrarı: İlk bendin 6. mısraında “daha” kelimesinin 3 kez, 2. bendin 5. mısraında “rüzgâr” kelimesinin 2 kez, “Elif” kelimesinin 2 kez, 3. bendin 4. mısraında yine “Elif” kelimesinin 2 kez ve son bendin 5. mısraında yine “Elif” kelimesinin 2 kez tekrarı, ahenk üretmede kayda değer bir görünüm arzediyor.
    Vezin: Şiir, vezin bakımından serbest. Şair, ahenk sağlama konusunda vezinden yararlanmayı düşünmemiş.

  • REMZI ÖZKAN.”YETİŞ SEVDİĞİM”

    Ömrümün her anı kar ile boran
    Kalmadı halimi hatrımı soran
    Resmindir karşımda yıllardır duran
    Yetiş ey sevdiğim, çok geç olmadan

    Meğerki bu dünya yalanmış yalan
    Süslü kelimeler, zehirli yılan
    Sazımın son teli henüz kopmadan
    Yetiş ey sevdiğim, çok geç olmadan

    Yitip giden gençlik sahile vuran
    Sevdamızdır bizi, yakıp kavuran
    Artık son yapraktır takvimde kalan
    Yetiş ey sevdiğim, çok geç olmadan

    Var mıdır hasretle barışık olan
    Ayrı dünyalarda mutluluk bulan
    Yürek harman yeri, şimdi toz duman
    Yetiş ey sevdiğim, çok geç olmadan

  • BEDRETTIN KELEŞTİMUR.”UĞURLAR OLA EY GÜZEL İNSAN

    Onları Uluslararası Hazar Şiir Akşamlarında, Daha yakından tanıma fırsatını bulduk. .
    Prof. Dr. Sadık K. Tural, Bekir Sıtkı Erdoğan, Bahaeddin Karakoç, Ali Akbaş, Nebi Hezri, Ahmet Kabaklı, Harid Fedai, Servet Kabaklı,Rıdvan Çongur, Şemsettin Küzeci, Yavuz Bülent Bakiler, Şemsettin Ünlü, Mehmet Çınarlı, İlhan Geçer, Nevzat Türkten, Gültekin Samanoğlu, Yahya Akengin, Dilaver Cebeci…
    Bu isimler sadece Türkiye’den; güzel Anadolu’muzdan…Ve daha nice güzel isimler… Her birini, ‘gönlümüze yazdık’
    Uluslararası Hazar Şiir Akşamları,Gönül Coğrafyamızın, ‘bilgi şöleni’ olarak anıldı!
    1992’lerden itibaren, ‘edebi tarih…’ yazıldı. Sturga’dan sonra, ‘edebiyat ve sanat dünyasında…’“Uluslararası Hazar Şiir Akşmaları” anılır oldu!
    *** ***
    Hazarla hafızalara kazınan bir isim olarak,Elazığ’lı, “Bahaeddin Karakoç’u…”
    1992 tarihinde, “Fırat Şiir Akşamlarında!” tanış oldu.Şiir Akşamları her geçen yıl daha da coşkulu yapıldı…
    Türkiye, Azerbaycan, Türkmenistan, Kırgızistan, Kazakistan, Özbekistan, Altay Özerk Cumhuriyeti, Kabartay Balkar Cumhuriyeti, Kırım, Batı Trakya, Gagavuzya, İran, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Kosova, Romanya, Makedonya, Bulgaristan, Doğu Türkistan, Arnavutluk, Kerkük…
    Birgün ah dedim, “Gaspıralı İsmail Bey sağ olaydı…”
    “Gönül Coğrafyamı Buluşturan Bilgeler Sofrası…”
    O sofranın ak saçlı yüreği, “Bahaedin Karakoç…”
    O Elazığ Şehrini sevdi,
    Elazığ Şehri, bu güzel insanı her gelişinde bağrına bastı! Bahaeddin Bey’in Elazığ’a yazdığı Gazeller…81 Vilayeti kıskandıracak cürette… Geliniz birlikte okuyalım;
    *** ***
    ELAZIĞ’A GAZEL /1
    Bodur söğüt boyunda tepesi var, dağ’ı var;
    Sanki enginlerinde pusu kurmuş yağı var…

    Eğer başın dönmezse Harput’tan engine bak;
    Işıktan hâsıl olmuş bahçesi var, bağı var.

    Dut pekmezi tadında ezgiler döktürürken,
    Yürüdüğün caddenin hem solu hem sağı var.

    İpini kıran kele kaçsın kaçtığı yere,
    İzi çabuk bulunur, sağrısında dağı var.

    Hazar gölü sevdalı, ondandır ki dalgalı;
    Güzellik sürgit değil, onun da bir çağı var.

    Elazığ’ın içinde dölek yürü, sağlam bas;
    Demesinler aklında saklısı, kaçağı var.

    MANAS kültür ocağı has dostların mekânı,
    Orada muhabbetin balı var, kaymağı var.

    KARAKOÇ bu toprağın insanlarına hayran,
    Çıralı gözlerinde bengisu membaı var…

    ELAZIĞ’A GAZEL /2
    Belkıs’ın kuş elçisi Süleyman’a erince,
    Ne demiş, ne dememiş, bilen yok yeterince.

    Kurt, kuş, ceylan toplanmış çöldeki vaveylâya,
    Mecnun aşkı uğruna sesini yitirince.

    Kilit kapıyı açar, tutuklu bekler naçar
    Kapatır gözlerini, beterin beterince.

    Elazığ’a yaz gelir şiirsel bir haz gelir
    Ekilen aşk tohumu yürekte yeşerince.

    Cevizin sağlamını çürüğünden seçmek zor,
    Pilav dişini kırar taş katarsan pirince.

    Akıl barıştan yana, gönül ise şehsüvar,
    Ya kopar ya düşürür bir ipi çok gerince.

    KARAKOÇ üstündeki saçak bulutlara bak,
    Yağmur serpelemekte Harput’a ince ince.
    *** ***
    ELAZIĞ’A GAZEL /3
    Yağmur altında yürü, şehre damarından gir,
    Çıkmaz sokaklar bile ayak sesinden esrir.

    Gündüz gökleri kolla, gece ases gibi gez;
    Ne dert yumrun var ise bu kentte çabuk erir.

    Issız bir adasın sen, bekle dur, gemi geçsin;
    İpini seveceksin aşka olmuşsan esir.

    Sivrice’de şiirin davuluna dönerken
    Nerden bileceksin ki yanında Münker_Nekir.

    Güzel insanlarını dost bildim, kardeş bildim,
    Bu şehrin kaderidir has müzikle, has şiir.

    KARAKOÇ farkındadır bu şehre çarpılmanın,
    Adını yâd ettikçe yüreği çiçeklenir.
    *** ***
    ELAZIĞ’A GAZEL /4
    Gelir, gelir-giderim, asla unutmam seni;
    Seveceksen Elazığ, sen de böyle sev beni.

    Ne ben kabullenirim, bilirim ki ne de sen,
    Silâha sarılarak zoruyla yol keseni.

    Dost kanı dosta haram, güldür dostluk imajı;
    Katıksız bir edeptir güzelliğin ekseni.

    Sevdalanmak yüreğin kelepçe takınması,
    Bâd-ı sabâ biliriz ılgıt ılgıt eseni…

    Kaç seher kuşlarının seslerine uyandım,
    Kaç akşam yıldızlarla karıştırdım süseni.

    KARAKOÇ tazgâhında sana şiir dokurken
    Tâ göklere yansıdı elvân elvân deseni.

    ELAZIĞ’A GAZEL /5
    Hâl diliyle konuşur Harput’undaki kale,
    İçtigin yayla suyu, avuçların piyâle.

    Sanki minyatürlerden firar edip gelmişsin,
    Bir yüzün mor sümbüldür, bir yüzün kızıl lâle.

    Şair sevdalanınca kelimeler miskettir,
    Kendimi dağıttımsa sen düşürdün bu hâle.

    Ey sevgili Elazığ, güzel insanlar yurdu;
    Sakın beni üzüp de girme büyük vebâle!

    Ayrılığın sızısı tâ kemikten ses verir,
    Âşıkların sarmalı gönül dilinde nâle.

    Bir şehre âşık olmak akil işi mi bilmem,
    Ben bunu yaşıyorum, sırtım dönük zevâle.

    KARAKOÇ, bu gazelin darasını düşsen de
    Ağırlığı bedeldir beklediğin visâle.
    *** ***
    Bahaeddin Karakoç, ‘Kahramanmaraş’ın nefesiydi’ Şiir, onda; onun kaleminde, ‘Allah vergisiydi…’Kelimeler, bir ahnek ordusu misali dizilirler…Kâh sukut, kâh çığlık çığlığa; ‘mısralar kanatlanır’ Anadolu Coğrafya’mda, ‘at koştururdu…’
    88 yaşına sığdırdığı kitaplar… Ve ödüller…1986 yılında, “Dolunay Şiir akşamlarını” başlattı. 1986 yılında, “TYB tarafından yılın şairi seçilecektir… 1989 tarihinde, Kültür Bakanlığı tarafından, Türkiye’yi temsilen “Strugua Şiir Festivaline” katılacaklar. 1991 tarihinde, ‘Münacat’ yarışmasında, birincilik ödülünü alacaklar. Karakoç’un bu millete en büyük mirası, “kitaplarıdır”
    O kitapları biraz hatırlayalım;
    Mevsimler ve Ötesi (1962), Seyran (1973)
    Zaman Bir Beyaz Türküdür (1974), Sevgi Turnaları (1975)
    Ay Şafağı Çok Çiçek (1983), Kar Sesi (1983), İlkyazda (1984)
    Bir Çift Beyaz Kartal (1986), Menzil (1991), Uzaklara Türkü (1991)
    Güneşe Uçmak İstiyorum (1993), Beyaz Dilekçe (1995)
    Güneşten Öte (1995), Dolunay Şiir Güldestesi (1996)
    Leyl ü Nehar Aşk (1997), Aşk Mektupları (1999)
    Ihlamurlar Çiçek Açtığı Zaman – Ay Işığında Serenatlar (2001)
    Sürgün Vezirin Aşk Neşideleri (2004) , Ben Senin Yusuf’un Olmuşum (2006)
    Barış Çağrısı Şiirleri-Dünya Barışına Çağrı Grubu – Meneviş Yayınları (2009)

  • BAHATTIN KARAKOÇ.”NİKSAR’DAN AYRILIRKEN”

    Bir dem imiş geldi geçti
    Demeye dilim varmıyor.
    Karşılarken çok güleçti,
    Vedaya elim varmıyor.

    Şenlik bitti bense hürüm;
    Zaman bir katmerli dürüm.
    Daha der, ayak sürürüm,
    Gitmek içimi sarmıyor.

    Duvağından çıktı Niksar,
    Yüreğime aktı Niksar…
    Çok köşeli baktı Niksar,
    Sanki hiç gitme kal diyor.

    Bir yiğit düşse atından,
    Figan kopar gök katından;
    Hem zahirden, hem batından
    Dumanı doğru tütüyor.

    Aşk var Niksar’ın harcında,
    Bayraktır gönül burcunda,
    Ayaklarının ucunda
    Kelkit aşkla sürünüyor.

    Niksar’da başkadır bahar
    Ufukları cedit ahar
    Sevdalıdır leyl ü Nehar
    Görenler mutlu oluyor.

    Ulu Camisine girdim
    Şanlı bir geçmişi gördüm.
    Sağa sola selam verdim
    Her can cenneti soluyor.

    İndim Niksar’ın düzüne,
    Daldım dostlarının yüzüne,
    Rahmet külüne közüne,
    Gözlerime yaş doluyor.

    Ihlamur, nar çiçek açmış
    Güzeller Ayvas’tan içmiş
    Gökyüzü kendinden geçmiş,
    Gün parça parça ölüyor.

    Çamiçi’nde esen rüzgâr
    Kim bilir kimden iz arar
    İksir gibi bir nazı var
    Ağlarken bile gülüyor.

  • GÜROL DELİCE.”TÜRK ŞİİRİNİN KOÇLARI”

    Her ikisi de şiirimizin koçlarıydı. Abdürrahim Karakoç’tan sonra ağabeyi Bahaeddin Karakoç da yıllarca mektup yazdığı sevgiliye, Rahmet-i Rahman’a kavuştu. Ecel O’nu da aldı. Kara toprak bağrına bastı. Her iki ustadan geriye dilimize pelesenk ettiğimiz mısralar kaldı.
    Abdurrahim Karakoç’u taa çocukluk yıllarımda tanıdım. “Hak Yol İslam Yazacağız” şiirini diğer şiirleri takip etti:
    “Ben milletimin uğruna adamışım kendimi
    Bir doğrunun imanı bin eğriyi düzeltir
    Zulüm Azrail olsa ben Hakk’ı tutacağım
    Mukaddes davalarda ölüm bile güzeldir”
    Abdurrahim Karakoç bir şairdi ama hepsinin ötesinde bir dava adamı idi. Millet memleket davasını şiirlerinin ana teması haline getirdi. Sert mizacı, aldığı terbiye bunu gerektiriyordu. Fakat şiirlerinde sanatı hiç mi hiç ihmal etmedi. Hep şair kaldı. Geleneksel halk şiiri şekil özelliklerinden hiç taviz vermeden davasını, şiirlerinde ilmik ilmik ördü. Yeri geldi “Hasan’a mektup” yazdı, yeri geldi “Tohtur Bey”den derdine ucuz bir ilaç istedi, yeri geldi “Mihriban”a seslendi.
    Biz de bu şiirlerle millet memleket davasına atıldık. “Vur Emri”ne uyduk. Bu mukaddes davada can ciğer arkadaşlarımızı ebediyete uğurladık.
    Üniversite yıllarında dar mekânda yaptığımız edebiyat sohbetlerinde ağabey Karakoç’u tanıdım. Hamasetin yoğun yaşandığı yıllarda Bahaeddin Karakoç’un şiirleri önceleri ruhumuzda pek aks-i sadâ bıraktığını söyleyemem. Kavga günlerinde biraz fantazi gibi geldi. Sohbetler ilerledikçe : “Ihlamurlar Çiçek Açmaya” başladı.
    “Geleceğim diyorum, takvim sorma bana
    Ihlamurlar çiçek açtığı zaman”
    Şiirinde üstad sevgiliye, ben bilmem, sen ne zaman çağırırsan o zaman geleceğini söylerken şiirimizde hiç kullanılmayan imgeleri en güzel şekilde kullanarak Türk şiirine sıcacık bir soluk getirmiş, içimizi ısıtmıştı. Canın cananla vuslatını Yunus gibi, Mevlana gibi mısralara dökmüş, çağımızın Yunus’u olmuştu. Hissiyat ve fikriyat gelenekten, dil ve üslup Şair’imiz dendi. Aşkı, vuslatı, gurbeti, ölümü bazen heceyle, bazen serbest tarzda yüreklerimize aktarmasını bilmişti.
    “Türküm, Elbistanlıyım, adım Bahaddin…
    Dinim İslam; imzam kan grubum gibi belli benim.” diyerek şiirlerine imzasını atmış; inancını, milletini, memleketini hamasetten uzak bir üslupla şiir âşıkların beğenisine sunmuştu.
    “Sevdasının dumanıyla
    Bir kitap,
    Bir kılıç,
    Bir bozkurt,
    Bir ay-yıldızlı Türk bayrağı resmi çizer.” Mısralarında asıl sevdasının ne olduğunu anlatır.
    “Sırlı bir gözeden bengisu içer gibi
    Senin adınla başladım her işe Rabbim;
    Sana sığınırım nefsimin zehirli oklarından
    Ve albenisinden dünyanın arınır içim.”
    Mısralarında da görüldüğü gibi hepimizin bildiği Besmele’yi, manasını ruhumuza sıcacık aktarma ustalığını gösterir.
    Karakoç pek çok şiirinde, Necip Fazıl Üstad’ın dediği gibi ” Şiir Allah’ı aramakmış” anlayışına bağlı kalarak Yaradan’ı; Yaradan’ın verdiği dille, yetenekle, diğer varlıklarla tasavvufî bir anlayışla şiirinin merkezine koymuştur:
    Nereye gidersen git, heybene gönül doldur.
    Bir kovan parçalama bir acı bala,
    Bir gönül şehri onar, kâinata sevgi sun.
    Her ham söze sağır ol,
    Azıksız yola çıkma….
    Bu şiirde de görüldüğü üzere günlük dilde kullandığımız her kelimeyi şiirlerinde ustaca yeni bir imge haline getirmiş; her kelimeyi mecazla süsleyerek kendine has bir şiir dili oluşturmuştur. Bu yönüyle geleneksel halk şiirinden farkını ortaya koymuş olur. O’nun şiiri modern şiirden de farklıydı. O halde Bahaeddin Karakoç’u nereye koyacağız? sorusu hepimizin aklına gelebilir. Âcizane bana göre, Karakoç, bütün bu anlayışlardan istifade etmesini bilmiş, ancak her zaman kendine has şiiriyle orijinal olmuştur.
    O, şiirimizin “Beyaz Kartal”ıydı. Hep yükseklerde uçtu. Bir çocuğa,
    “Hangi yayla yeşil, nerde keklik çok
    Gel seninle orda olalım çocuk.
    Kayalar kayalar… Sırt sırta vermiş;
    Kimi yeni mürit, kimisi ermiş
    ………
    Doruklardan doruklara sekelim,
    Bir elim göklerde, sende bir elim;
    İkimizin yüreciği bir atsın.
    Bizi gören bin katarak anlatsın” mısralarıyla seslenerek onu şahikalara götürmüş. Kartallarla yükseklerde uçurmuştur.
    Yıllarca Maraş semalarında, mehtaplı gecelerde “Dolunay”ı parlatmasını bilmiştir. Bir Anadolu şehrinde “Dolunay” adlı edebiyat dergisini yayın hayatında tutmak kolay olmasa gerek. Bu ancak şiir, edebiyat, sanat aşkıyla izah edilebilir.
    Abdurrahim Karakoç’u bütün Türk dünyası “Mihriban” şiiriyle tanırken Bahaeddin Karakoç’u bilenler bildi. Bilenler zevkle o şiirleri okudu. Şiirleri şiir gecelerinde yankılandı.
    Bahaeddin Karakoç, şiirlerini “Seyran, Ihlamurlar Çiçek Açarken, Sevgiliye Mektup” adlı kitaplarda topladı. Bu şiirlerle gönlümüzde, şiir dünyamızda taht kurdu. Her fani gibi O da hüzün aylarından ekimde aramızdan ayrıldı. Sevenlerini hüzne boğdu. Bir ömür mektup yazdığı Canan’ına kavuştu. Geriye binlerce mısra kaldı. O mısralar “bizim gök kubbemizde” her zaman yankılanacak
    Allah rahmet eylesin.

  • Əkbər QOŞALI.”MƏN HƏLƏ BİR CAVAN BULUD YAŞDAYAM”

    yeri qanlı-qanlı döydü yağışlar,
    keçib damarımda axdılar mənim.
    dəli arzularım döndü yağışa,
    qayıdıb üstümə yağdılar mənim.

    şimşək var—buludlar davaya düşdü.
    damcılar oynadı havaya düşdüm.
    mən eşqin əlinə havayı düşdüm,
    onunçün yandırıb-yaxdılar məni.

    mən hələ bir cavan bulud yaşdayam,
    yağış olmadım ki, yağıb yaşayam.
    bir göz var istədim baxıb yaşayam,
    qoydular üz-üzə baxtınan – məni…

  • Güldərən VƏLİYEVA.”QORXURAM”

    Qətrə-qətrə yığılmışam özümə,
    Damla-damla tökülməkdən qorxuram.
    Xana kimi toxunmuşam özümə,
    İlmələnib sökülməkdən qorxuram.

    Nəyi tutdu, nəyi andı ürəyim?
    Kimi atdı, kimə yandı ürəyim?
    Ögeyliyi nə tez qandı ürəyim?
    Ürəyimə təpinməkdən qorxuram.

    Sevdamızın əvvəlimi? Sonu mu?
    İlk arzumuz dəyişdi mi yolunu?
    Asanlıqla tapmamışam yolumu,
    Bu yolumdan çəkilməkdən qorxuram.

  • Kamran MURQUZOV.”Hakdan gelen haber imiş”

    Yunus gibi odun yarmak,
    Hakdan gelen haber imiş.
    Hakkın dergâhına varmak,
    Hakdan gelen haber imiş.

    Aşıklere âşık olmak,
    Hasret çekip gül tek solmak,
    Bulut gibi bazen dolmak,
    Hakden gelen haber imiş.

  • Kenan AYDINOĞLU.”Əlliyə çatacaq yaşın, ay Ana!”

    Anam Aida Rəhimivanın anadan
    olmasının 50 illik yubileyi münasibətilə

    Süfrədən dağılmaz ruzusu heç vaxt,
    Dadlı bişirdiyin aşın, ay Ana!
    Tarixə çevrilib, yaddaşa hopan,
    Bilibsən qədrini daşın, ay Ana!

    Allaha ibadət Haqqın yoludu,
    Möminlər Allahın sadiq quludu,
    Sanma ki, bu ömür qəmlə doludu,
    Sən ölüm fikrindən daşın, ay Ana!

    Aşiqin gözündən daha gözəldi,
    Şairin sözündən daha gözəldi,
    Cənnətin özündən daha gözəldi,
    Yanaqdan süzülən yaşın, ay Ana!

    Görmüsən Sən neçə yası və toyu,
    Uludu yenə də Türkümün soyu.
    Şahidi olubsan həyatın boyu,
    Qarlı günlərini qışın, ay Ana!

    Çəkibsən nazını doğmanın, yadın,
    Yenə şərəflidi dünyada adın,
    Sən məni dünyaya gətirən qadın,
    Əlliyə çatacaq yaşın, ay Ana!

  • Mehmet Şerif CEBE.”Bir an dicleyle”

    Durgun suların bağladı yosun,

    Martı gibi sessiz çırpınıyorsun.

    Bir uğultu gibi içimde kopar fırtınalar,

    Aktıkça gözlerinden hüzünlü damlalar.

    Gözlerinin güldüğü anlar serap olmuş,

    Üzgün aka aka kıyıların harap olmuş.

    Ey Mezopotamya’nın mavi engereği!

    Fuzuli’den okudum seni çilenin beşiği.

    Ulaştır, gönlümdeki ızdırabı serin suyundan,

    Selâm ona gönlümdeki aşk pınarlarından.

    Ah Dicle’m, çağlayan sularına seriliversem!

    Seninle sevdadan günlerce söyleşsem.

    Anlatsan bana sevdayla yüklü Cezeri’yi,

    Anadolu’nun manevî mimarı Karani’yi.

    Anlatıversen bana ahuların gözlerinden,

    Gönül arkadaşı Mecnun’ nun çilesinden.

    Sen Mezopotamya ve Bağdat’a hayat,

    Suyundan gönülleri daha berrakları anlat.

    İki can arkadaşın cömert Nil ve Fırat,

    Gösterdiniz, insanlığın yalancılığına sebat.

    Çok zalimler tanıdınız acımasız,

    Çok zalimler gördünüz hesapsız.

    Kepazeler gördünüz sineğe kepaze,

    Baharlar gördünüz gülleri taptaze.

    Bataklıklar gördünüz sivrisineksiz,

    Kisralar gördünüz yıkıldı çaresiz.

    Tanıklık ettiniz binlerce olayına tarihin,

    İzlerisiniz yeryüzünde Cudi ve siz tufanın.

    Coşkun sularınızla azgın insanlara dersiniz:

    “Çıkacak başka yüzle karşınıza tufan, inanınız.”

    “Yeni görmüyoruz sevdayı unutmuş insanları,

    Boğazlayıp bülbülü baykuşa çağrı yapanları.”

    “Onlar yalanladılar gerçekleri değişmeyen şahidiz,

    Ey İnsanlar! Unutmadık nankörü, inatçı sizsiniz.”

    Nice çilelere şahidiz kıyılarımızda,

    Nice kahramanlara, medeniyet yolunda.

    Onlar ki insana insanlığı öğrettiler,

    Onlar ki insanı sevmeyi öğrettiler.

    Yol vermediler bulanık akan ırmaklara.

    Yol vermediler, kardeşliğe varmayan yollara.

    Ayıkladılar dikenleri, arıttılar gönülleri,

    İnsanların seçkinleriydiler, büyüktü hedefleri.

    Bütün bunları gördük gözlerimizle,

    İnsan-kamil’e ulaştılar söyleriz size.

    Karanlıkları aydınlatan yıldızlardır onlar,

    Yaratandan ötürü; yaratılanı hoş görür onlar.

    İşte sularımız, onların gözyaşlarıdır.

    İşte kıyılarımız, onların ayak tozlarıdır.

    İşte dalgalarımız, onların coşkularıdır.

    İşte uğultularımız, onların heybetli naralarıdır.

    İşte sakinliğimiz, onların namaz huşularıdır.

    İşte sektesiz akışımız, onların dualarıdır.

    Dicle’m, sen şelaleler yapa yapa Basra’ya!

    Ben dolambaçlardan düşe kalka Medine’ye.

    Yüzümü sürsem, ağlasam, kutlu taşlarına,

    Anlatsam, bizlerin neler neler geldi başlarına!

    GEL GİDELİM O’NA YORULMADAN YETMEK İÇİN.

    GÖZÜMÜZE YAŞ DOLMADAN O’NA DÖNMEK İÇİN.

  • İsmail GÜÇTAŞ.”Alın teri”

    “İnsan, eşref-i mahlûkattır” diyemezdi babam
    Bilmezdi çünkü eşrefi ve mahlûkatı
    Bir Eşref Amca vardı mahallemizde
    Kibar adamdı
    Babam insandan iyi anlardı

    Babam, çividen, demirden, duvardan
    Ve alın terinden anlardı
    Emeğiyle yaşamaktan anlardı bir de
    Koltuğunda ekmeğiyle gelince eve
    O, “alın” derdi, teri ona kalırdı

  • İsmail GÜÇTAŞ.”İhtiyar çınar”

    Yüz yılı devirmiş ihtiyar
    İki gözlü evinin eşiğinde
    Bakkala gönderdiği torununu gözler gibi
    Bekliyordu ölümü
    Tüm borcunu ödemiş bir insan dinginliğinde
    Ve bahtiyar

    Birinci Dünya Savaşı’nda bebekti kundakta
    İkinci’de zahireci dükkânında hamal
    Dua ediyor gibiydi Allah’a
    Görmeden bir dünya savaşı daha
    Canımı al…

  • Yarının Büyüklerine Sorduk

    Zehra BAYRAK
    (Lise 2. Sınıf öğrencisi.

    Edebiyata ve tarihe ilgisi var.)

    Teknoloji çağı diye adlandırılan bir zamanda yaşadığımızı düşünürsek internetten uzak durmamız oldukça zor. Her şeyde olduğu gibi internetin de olumlu ve olumsuz yönleri var. İnternet doğru bir şekilde kullanıldığında hayatımızı birçok yönden kolaylaştırıyor. Tarihin tozlu sayfalarında kalmış bilgilere saniyeler içinde ulaşıyoruz, bütün dünya parmaklarımızın ucunda. Adından bile bihaber olduğumuz ülkeler hakkında sayfalarca bilgi bulabiliyoruz. Sanattan spora internet sayesinde hepsinden haberdarız.

    Bu kadar güzel şeyin yanında tabiiki internetin de sayılamayacak kadar kötü yanı var. İnternet özellikle son zamanlarda hayatımızı ele geçirmiş durumda. Dışarıda selâm vermediğimiz insanlarla bile sosyal medya aracılığıyla iletişim halindeyiz. Hayatımızı sanallaştırıyoruz, giderek gerçeklerden kopuyoruz. Sanal arkadaşlarımızla, sanal sohbetler ediyor, insanlara karşı sanal sevgiler besliyoruz. Artık insanların kendi görüşleri yok, internet ne istiyorsa onun yanındalar. İnterneti kendi ellerimizle bir canavar haline getiriyoruz, zamanımızı ve hayatımızı veriyoruz.

    Bunu biz istiyoruz beynimiz uyuşana dek videolar izliyoruz, gözlerimiz yorulana dek başka insanların hayatlarına bakıyoruz, en yakınımızın derdini bilmezken tanımadığımız insanların dertleriyle dertleniyoruz. Ve internet de bir karadelik misali içine çekiyor.

    Ahmet BAYRAK
    (5. sınıf öğrencisi.

    Teknolojik âletlere ilgisi çok fazla.)

    1.İnternet hem hayatımızı kolaylaştırır hem zorlaştırır.

    2.İnternet zamanımızı çalıyor.

    3.Arkadaşlarımızla ve ailemizle iletişimi engelliyor.

    4.Bizi tembelleştiriyor.

    5.Spor yapmak yerine internetle vakit geçiriyoruz.

    6.Bilgi kaynaklarına internetle ulaşabiliyoruz.

    7.Alışveriş yapabiliyoruz.

    8.İnternetin konum özelliğini kullanarak bilmediğimiz yerlere gidebiliyoruz.

    9.Her yerde haberlere ulaşabiliyoruz.

    10.Teknolojiyi doğru kullanırsak bizim için iyi olur.

    İnternet nedir, İnternetin hayatımızdaki yeri ve rolü nedir?..

    Mertali MERMER,
    (Lise öğrencisi, gelecekteki hayali iyi bir tarihçi olmak.)

    İnternet, insanların bilgi almak, vakit geçirmek, eğlenmek amacıyla kullandığı bir araçtır.

    İnternet iyi olduğu kadar da kötüdür. Örneğin, yanlış arkadaşlık, dolandırıcılık ve daha niceleri. Bana göre; aileler çocuklarını iyi ahlâk doğrultusunda yetiştirir ve bilgilendirirlerse, çocuklar daha çok insanlığa kazandırılır. İnternet hayatımızda olmasa da olur. İnternette yararlı içerik ve bilgiden çok zararlı içerik var. İnterneti, bilgi almak, tarih öğrenmek, yararlı bilgi öğrenmek amacıyla kullanmak gerekir. Bunların dışında kullanırsak, psikolojik sorunlar yaşayıp, sosyal hayattan dışlanırız. Bu yüzden İnternet hem iyidir, hem kötüdür.

    Mete MERMER
    (Ortaokul öğrencisi, kitap okumayı, yazılar kaleme almayı seviyor…)

    İnternet, insanların vakit geçirdiği, hatırlayamadığı bilgileri hatırlamak, bilmediği bilgileri öğrenmek gibi başlıca faydalar sağlar. (İnternetin) pek çok faydası olsa bile, zararları da vardır. Bunlardan başlıcaları; “internet bağımlılığı”, “oyun bağımlılığı”, bunların neticesinde agresiflik, sosyal hayattan uzaklaşma, mutsuzluk gibi kötü sonuçlara neden olur.

    Benim için internet, bilmediğim bilgileri öğrenmek, bilgi platformlarına bakmak, eğlenceli vakit geçirmek gibi şeyleri ifade eder.

  • Mehmet izzet GÜLENLER.”Ön söz, Öz Söz, S(öz)”

    Burada yazacaklarım, kendi “öz”arayışımın “sÖZ”leri, kendi keşif yolculuğumun notları.

    Aslolan, yaşadığın, yaşar hale geçirdiğin, hayata geçirdiğin şeyleri söylemektir… Yoksa susmaktır…

    “Söz gümüşse, sükût altındır” denmiş ya hani… İşte, yaşanan, tatbik edilen hale geldiğinde “SÖZ” “ÖZ” olur ve o zaman altın olur.

    “ Sana da başkalarına da

    Yetecek kadar sus ki,

    Susuşun nara olsun,

    Konuşman çare olsun…”

    Diyerek ne güzel anlatıyordu, Cahit Koytak “Susma Sanatı” adlı şiirinde…

    Dinlemek… Dinlemek, öğrenilmesi gereken bir şeymiş… Yıllara yayılan bir süreç içinde öğrenmeye başlıyormuş insan…

    Dinlemek pasif bir şeymiş gibi algılanıyor çoğunlukla günümüz dünyasında… Herkes söz almak istiyor. Kimse sözü bırakmak istemiyor; hep söz kendisinde olsun, konuşarak kendini ortaya koysun, “Ben de varım” desin istiyor.

    Çok konuşan, çok bildiğini iddia eden, sözü kimselere bırakmayan, sürekli ahkâm kesen birileri varsa… Konuşan “benliktir”, aklınızda olsun… Oysa asıl yolculuk, “dinlemek” ile başlıyormuş…

    Ve dinlemek, sanılanın aksine çok aktif olmayı gerektiren bir şeymiş… Hattâ aktif olmanın da ötesinde…

    Rimbaud, “şiiri-şairi” anlatırken; tüm duyuların karışmasından, birbirine geçmesinden bahseder… “Kulağınla görüp, gözünle duyacaksın…” der…

    İşte Rimbaud’nun dediği gibi, “dinlemek” tam da böyle bir şeymiş aslında. Tüm duyularınla, tüm hücrelerinle gerçekleşen bir şeymiş…

    “Duvarın arkasını gören kâhin” olarak niteliyordu Rimbaud, şairi…

    Dinlemek… Okumak… Görmek…

    Hepsi aynı yerde birleşiyormuş…

    Söylenenin arkasındakini duymak, yazılanın arkasındakini okumak, görünenin arkasındakini görmek…

  • Ahmet YALÇINKAYA.”Tuş üstünde savrulan”

    öyle aç şaşkın akıl, öyle aç şu meçhule
    ince turuncu şafak sanır elvan sarayı
    varlık listede bir ad mesaj kanatlı sayı
    dijital kancalarda ışık gelince dile

    tuş üstünde parmağın açtığı gizli geçit
    Cehennem’den çukur mu, Cennet’ten bir bahçe mi?
    Kâinatı gezmeyi hayal ettiğim gemi
    bakarım loş ekranda beni çevreleyen çit

    dünya küçülmüş artık uzaklar yakın olmuş
    ataların töresi kodlamada bîçare
    dünde mi yarında mı sorsaydım yeni yâre
    bunca vurgun köleyi nereden nasıl bulmuş

    meğer altın saçıyla ahu bildiğimiz yar
    foton huzmelerinde seyreden cadı imiş
    bizi bu hale koyan sanal yaftalı yemiş
    bir de pikselli zindan gizemli siber diyar

    ninemin masalları gitti ah, modern masal
    ne kadar da çetrefil, ne kadar korkutucu
    katili kral yapar işte mızrağın ucu
    gerçek kaçmış dağlara… aklım sen de hoşça kal

  • Murat YARAMAZ.”98.sayı mizah köşesi”

    Bir yeri örümcek ağı kaplamışsa, bizde bu, hareketsizlik, köhnemişlik, bereketsizlik anlamına gelir… Dünyayı örümcek ağı gibi internetin menfi halleri sarmışsa, bu dünya için ne anlama gelir? Bu durum, topyekûn dünyanın tükenmişliğinin ifadesi sayılmaz mı?

    —————————————————————————————————–

    Güney Afrika’daki Witwatersrand Üniversitesi’ndeki araştırmacılar, insan beynini gerçek zamanlı olarak internete bağladı. Araştırmacılara göre, herkese açık bir web sitesine iletilen veriler aracılığıyla canlı bir şekilde beyindeki faaliyetler gözlemlenebiliyor. Proje sorumlusu öğretim üyesi Adam Pantanowitz, çalışmalarının, insanın kendi beynini ve başkalarının beynini anlamasını basitleştirmeyi amaçladığını söylüyor ve beyne, girdi ve çıktı olarak bilgi aktarımının sağlanabileceğini düşünüyor ve bütün internet bağlantılarından ayrı bir bağlantı olması gerektiğine işaret ediyor.

    İnsanları iradeleri dışında yönetme ve yönlendirme tartışmalarına ilerde beyinlerin (heklenebileceği) endişesi de ilâve ediliyor.

    Batı medeniyetinin her icadı, yeni bir problem çıkartıyor ve artan bir ivmeyle insanlığa yeni bir buhran hediye (!) ediyor.

    —————————————————————————————————–

    Batı toplumu ideal toplummuş gibi gösteriliyor; ama aslında içinde bulunduğu çıkmaz ile buhranda ve acınacak halde… Bununla beraber internet de bir Batı icadı olarak tozpembe bir düşmüş gibi lanse ediliyor; oysa Batı’nın tezatları yüzünden internet doğru şekilde kullanılamıyor ve aslında insanlık için düş denilen şey, kâbus halini alıyor… Bu kâbusun sonu, Batı’nın intiharı olmasın…

    —————————————————————————————————–

    İnternette kullanıcı sayılarına, aboneliklere, arkadaşlık sitelerine bakarsanız sanal ortamda köpürmüş bir kalabalık göreceksiniz, üstelik o kadar kalabalık içinde kimse kimseyle arkadaş değil, kimse kimsenin derdinden haberdar değil; internet kalabalığı içinde sanki elektronik bir yalnızlık var… Garip, ama gerçek olan incelik şu ki, İletişim çağında iletişememenin adı internet olmuş…

    —————————————————————————————————–

    FIKRA

    İki ressam sergide bir tabloyu değerlendiriyor:

    –Şuna bak, güneşin doğuşunu ne güzel canlandırmış.

    –İmkânı yok, mutlaka güneşin batışıdır.

    –Nasıl oluyor da bu kadar kesin konuşabiliyorsun?

    –Ressamı tanırım, sabahları onbirden önce kalkmaz.

    —————————————————————————————————–

    BİLMECELER

    1-İki tır şoförü dar bir yoldan nasıl geçer?

    2-Antik kentte rüzgâr nasıl eser?

    3-Bir tavşan koca nehri yüzerek geçti, kör bir adam bunu gördü, sağır bir kişi bunu duydu, dilsiz bir kişi bunu anlattı. Bil bakalım bu neydi?

    4-Göçmen kuşlar neden kışın güneye uçarlar?

    1-Yürüyerek 2-Tarihi eser 3-Yalan 4-Uçmak yürümekten kolay olduğu için

  • Murat YARAMAZ.”Masal”

    önce
    fâreler terk eder gemiyi
    en son umut

    bâzıları yaşamı
    kolay tarafından görür
    bâzıları
    sevgiler uğrunda
    ölür

    anlatım bozukluğu yapar
    çoğu insan
    aşklarında
    gerisi
    beş şıktan birini
    seçmeye kalır

    veya boş bırakırsın
    bu gibilerin
    son söze etkisi
    sıfır

    cevap hakkı doğar sonra
    birilerine
    konuşurken
    sevmek bırakılır

    trenler kalkar
    kapı önlerinden
    istasyonlar
    süs olarak kullanılır

    ve her masalda böyledir
    gelen gideni aratır…

  • Murat YARAMAZ.”Mevlid”

    son günü o gündür câhil yasanın
    huzura götüren usûl gelmiştir
    en büyük bayramı budur insanın
    biçâre dünyâya Resûl gelmiştir….

  • Murat YARAMAZ.”Yalnız sen, yalnız ben”

    Yalnız sen olsaydın; bu kadar çok sevilmezdin. İnandıramazdın hiçbir gerçeği kendi gerçeklerine. Küfür küfür kayardın geceler boyu inlerken gençliğin, bacağı kırılmış bir ata benzerdin. Hüznüne kıyasla fazla küçük kalırdı, kaybedilmesi mecbur bir resim gibi yakılırdı şehrin. Kimilerine göre anlamsız bir manzara taşırdı, ayrılıkların ardından bakmaya alışırdı gözlerin.

    Yalnız ben olsaydım; bu kadar çok sevemezdim. Konuşamazdım böyle, her yağmur sonrası dinginliğinde, dolaşamazdım, aşkın ve felsefenin derinliğinde. İlkel bir sevdâ gezinirken damarlarımda, böyle doludizgin koşamazdım. Bütün kayıt dışı sevgisizler gibi; ölü doğar, yaşamazdım. Kendini henüz tanıyamamış ve kısmen yaralı biri olarak söylüyorum: ”Yeri belirlenememiş eksikliğin, sen olduğunu bilemezdim.”

    Şimdi inkâr etmeyelim birbirimizi ite ite katlettiğimizi, burnumuzda tüte tüte terk ettiğimizi.

    Yalnız sen olsaydın; bu kadar çok sevilmezdin. Yolların, inançsız adımlardan sıkılırdı.

    Yalnız ben olsaydım; bu kadar çok sevemezdim. Kalemim yere düşer, hayallerim yıkılırdı.

  • Murat YARAMAZ.”İnternet hayatımız, hayatımız internet”

    İnternet olgusunun hayatımıza girmesiyle, gerçek dünya ile bağlantılı ancak bir o kadar da gerçek dünyadan bağımsız bir dünyanın içinde yaşamaya başlamış olduk. Kendine ait kuralları, psikolojisi ve coğrafyası olan bir dünyanın içinde… İnternetin dünyaya gelme süreci ve ülkemizde kullanılmaya başlandığı tarihe bir göz atıp, ardından istatistiksel bilgileri inceleyerek devam edelim.

    ●1960 yılında Amerika Birleşik Devletleri hükümeti sağlam ve özel bir bilgisayar ağı kurmak için çalışmalara başladı.

    ●1969’da ABD Savunma Bakanlığı ARPANET askeri ağını kurdu.

    ●1971’de Roy Tomlinson ilk maili attı.

    ●1980’lerde Ulusal Bilim Vakfı yeni bir ABD omurgasının finansmanı için toplandı

    ●1985 yılında internet kullanılmaya başlandı.

    ●1990’da Sir Tim-Berners Lee tarafından ilk web sitesi hazırlandı.

    ●1991 World wide web kullanıma sunuldu.

    ●30 Nisan 1993’te CERN tarafından WWW ön eki ile İnternet kamunun ulaşabileceği şekle getirildi.

    ●12 Nisan 1993 tarihinde ODTÜ’den Ankara-Washington arasında kiralık hat ile Türkiye’de ilk İnternet bağlantısı gerçekleşti

  • Hüseyin Selçuk BOZKURT.”Sırf gece”

    Benim bi hikâyem vardı
    Kendi hayatım gibi severdim
    Kelimelerimle besliyordum onu
    Bir gün baktım solmuş yarım kalmış
    Onu da diğerleri gibi yıldızlara astım bende
    Tuttuğum dileklerle
    Zifiri bir gecede girsin diye koynuma
    Bilmem tüm yarım hikâyelerimin ahı var belk ide üzerimde
    Tamamlamaya mecbur bırakacak bir kâbus

  • Kürsü Kainatın Efendisi.”Kürsü”

    Buharî ve Müslim Hazretlerinin müşterek rivayetleriyle, Allah Resulü’nün mühürleri üzerindeki Abdullah Bin Ömer nakli şöyledir:

    “Allah Resulü’nün gümüşten bir mührü vardı. Ömürleri boyunca mübarek ellerinde kaldı. Sonra Hazret-i Ebu Bekr’e, daha sonra Ömer’in eline geçti. En sonra Hazret-i Osman elinden Eris isimli kuyuya düşürdü.”

    Yine aynı kaynaklar yoluyla Enes Bin Malik:

    “Allah Resulü, Habeşî kaşlı gümüş bir yüzük takmışlardır. Yüzüğün kaşını avuçları tarafına getirirlerdi.”

    “Habeşî”den murad, akik taşıdır ve yine oraya ait alaca bir taştır.

    Hadîs âlimlerinden İmam-ı Ahmed, Nisâî, Tirmizî ve Bezzar rivayetlerine göre, Allah’ın Resulü, birinin elinde demirden bir yüzük görüyorlar ve diyorlar:

    “Sebep nedir ki, ben senden put kokusu alıyorum?”

    Ve ilâve ediyorlar:

    “Yüzüğü gümüşten yaptırın ve bir miskalden fazlasını kullanmayın!”

    Yüzük bahsinde din âlimleri arasında ayrılık vardır. Çoğu caiz görmüşler ve keraheti olmadığını bildirmişlerdir. Bazıları, süs ve ziynet kabilinden olursa mekruh saymışlardır. Bazıları da, mühür kullanan kimselerden gayrına mekruh kabul etmişlerdir. Zira Ebu Davud ve Nisaî naklinde Ebu Reyhane Hazretleri, Allah Resulü’nün, vazifelilerden başkasına yüzük takmayı yasak ettiklerini söyler. Allah Resulü’nün kullanmalarındaki sebep de, etraftaki melik ve sultanlara gönderilen nameleri mühürlemekti.

    Enes bin Malik:

    “Rum, Fars ve Habeş padişahlarına mektuplar yazıldı. Sahabîler dediler: “Ey Allah’ın Resulü; onlar mühürlü olmayan nameleri kabul etmezler!” Bunun üzerine bir yüzük edinip üzerine “M……. – Allah’ın Resulü” ibaresini kazdırdılar. Hazret-i Ebu Bekr, Ömer ve Osman, ihtiyaç noktasından mühür taşırlardı.”

    İbn-i Abd-ül-Ber, bazı âlimlere dayanarak yüzük takmanın mekruh olduğunu, zira Enes Bin Malik Hazretlerine göre Allah Resulü’nün takmadıklarını ileriye sürmüştür.

    Tirmizi, “Şemâil”inde İbn-i Ömer vastasiyle bildirir:

    “Allah’ın Resulü, bir yüzük edindiler. Onunla mühür basarlar, fakat onu parmaklarına geçirip takmazlardı.”

    Enes Bin Malik:

    “Allah Resulü’nün mübarek ellerinde gümüşten bir yüzük görüldü. Halk da gümüşten yüzükler edinip takmaya başladılar. Derken Allah’ın Resulü yüzüğünü çıkarıp bıraktılar. Halk da çıkarıp bıraktı.”

    Şu var ki, en doğru söz, rivayetin ilk kısmında söylenendir. Zira Allah Resulü’nün yüzük takmaları, hükümdarlara gönderdikleri nameleri mühürlemek içindi. Sonradan daima takınır oldular. Sahabîler de takınır oldu. Kâinatın Efendisi, kimsenin yüzük takmasını kötülemediler. Böylece yüzük takmanın kerahetsiz mübah olduğu üzerinde birleşildi. Hâkimlerden başkasında yasaklandığı hususundaki hadîsin de olmadığına hükmedildi. Enes Bin Malik rivayetindeki “çıkarıp bıraktılar” kaydına gelince bunun, gümüş değil, altun bir yüzüğe ait olduğu söylendiği gibi, şer’î bir lüzum zannedilmemesi maksadının da âmil bulunduğu ileri sürüldü.

    Yüzük yapılan madenler hakkında hüküm:

    “Allah Resulü, altun yüzük ve altun kabı yasakladılar.”

    Ebu Hüreyre:

    “Allah Resulü, altun yüzüğü nehyettiler. (Yasak ettiler)”

    Abdullah Bin Ömer:

    “Allah’ın Resulü, altundan bir yüzük edindiler. Sağ ellerine taktılar ve yüzüğün kaşını avuçlarına çevirdiler. Halk da altun yüzükler edindi ve takmaya başladı. Sonradan Allah’ın Resulü minbere çıktılar ve altun yüzüğü parmaklarından çıkarıp bıraktılar. Halkı da altun yüzük takmaktan nehyettiler.”

    Hanefî, Şafiî, Maliki ve Hanbelî mezheplerinde altun takmak caiz değildir. Buna rağmen bazı âlimler izin vermişlerdir. Bunlara göre sahabîlerden beş kişi altun yüzük takınır oldukları halde vefat etmişlerdir. Bin Saad, Hazret-i Talha, Saad ve Sahiyb’in altun yüzük taktıkları görülmüştür. Bedr Gazâsına katılan Ebî Useyd Hazretlerinin vefatında, altun yüzüğü vardı. Yüzüğü, elinden, Hamza ve Zübeyr Hazretleri çıkarmışlardır.

    İmam-ı Nisâî:

    “Hazret-i Osman, Sahiyb’e soruyor: “Parmağında taşıdığın altun yüzüğün aslı nedir?” Sahiyb diyor ki: “Bu yüzüğü senden daha hayırlı olan gördü ve beni ayıplamadı!” Hazret-i Osman devam ediyor: “Kimmiş o benden daha hayırlı olan?” Sahiyb cevap veriyor: “Allah’ın Resulü!”

    Netice şudur ki, gümüş yüzüğü âlimlerden çoğu mübah görmüşlerdir. Kâinatın Fahri ve sahabîlerden bir zümre de gümüş yüzük takmışlardır.

    Şafiî âlimleri, gümüş yüzüğün, ağırlıkça bir miskali geçmemesini, hattâ biraz eksik olmasını şart koşmuşlardır.

    İstinat ettikleri nokta, Allah Resulü’nün birine verdikleri cevaptır.

    Demin de bahsettiğimiz gibi demir yüzük taşıyan birine rastlıyor ve diyorlar ki:

    “Ne haldir ki, senin üzerinde cehennem ehli alâmetini görüyorum?”

    Bunun üzerine o adam demir yüzüğü çıkarıyor ve soruyor:

    “Ey Allah’ın Resulü, bunun yerine ne cins bir şey takayım?”

    Ve şu cevabı alıyor:

    “Gümüşten yüzük tak ve bir miskali tamamlama!”

    Hanefi âlimlerine göreyse bir miskale kadar ağırlık caizdir.

    Enes Bin Malik Hazretleri, Allah Resulü’nün:

    “Akik yüzük takın! Sağ el ziynete sol elden daha müstehaktır.”

    Buyurduklarını rivayet etmiştir. Ancak bu hadîsin senedinde meçhul bir nokta tespit edilmiştir.

    Şu rivayet de vardır:

    “Akik takın! Onu takmak, fukaralığı giderir.”

    Hazret-i Âyişe yoluyla rivayet edilen bir hadîs de akik taşının mübarek olduğunu belirtir. Fakat bütün bu hadîsler âlimlerce, kaynakları bakımından zaif olup güvenilir cinsten değildir.

    Ukaylî:

    “Akik yüzük takmak hususunda Allah Resulü’nden hiçbir hadîs doğru değildir!”

    Sahih-i Müslim yoliyle Enes Bin Malik Hazretleri:

    “Allah’ın Resulü, gümüşten bir yüzük edindiler ve üzerine “M…….. – Allah’ın Resulü” ibaresini nakşettiler. Halka da buyurdular ki: “Ben gümüşten bir yüzük edindim ve üzerine şu nakşı kazıttım. Kimse kendi yüzüğüne bu nakşı kazıtmasın!”

    İmam-ı Buharî rivayetince yüzükteki nakış üç satır… Yazısı da mühürlerde olduğu gibi tersine… Yani bir yere basıldığı zaman doğru çıkacak şekilde…

    Rivayet İbn-i Ömer’den gelmiş olarak biliyoruz ki, Allah’ın Resulü, yüzüklerini sağ ellerinde taşırlardı. Sonsuzluk âlemine göçüşlerinden sonra, yüzük Hazret-i Ebu Bekr’e geçti ve o da sağ elinde taşıdı. Daha sonra Hazret-i Ömer’in sağ elinde… Hazret-i Osman’ın sağ elinde de aynı yüzük…

    Nihayet kuyuya düşürdüğü ve Hazret-i Osman’ın sayısız fedakârlık ve çalışmalarına rağmen bulunamadığı malûmdur.

    Bir kişinin birkaç yüzüğü olabilir. Fakat bunlardan bir veya iki elinde birkaçını birden taşımanın cevazında ihtilaf vardır. Yüzüğü hem sağ hem sola takmak caizdir. Fakat hangisinin tercihe şayan olduğu da ayrıca ihtilaflıdır. Sol ele takmanın fazileti hakkında da hadisler nakledilmiştir. Mezhep kurucularından İmam-ı Malik ve Şafiî Hazretleri, yüzüklerini sol ellerine takarlardı.

    Sahih-i Müslim’e göre Enes Bin Malik Hazretleri sol elinin serçe parmağını göstererek:

    “Allah’ın Resulü, yüzüklerini şu parmağına takarlardı.”

    Demiştir.

    İbn-i Ömer’in şehadeti de, sol el üzerindedir. Daha evvel belirtildiği gibi, aksini iddia edenler de var… Neticede, Allah Resulü’nün iki ellerini de kullandıkları, hattâ evvelâ sağ elleriyle başlayıp sonra öbür ellerini tercih eder oldukları, en doğru tahmindir.

    Şahadet parmağıyle orta parmağa yüzük takmak mekruh sayılmıştır.

    (Yatak bahsi ile

    devam edecek)

  • Bahadır KAYA.”98.sayı medya sepeti”

    Necip Fazıl Kısakürek Kültür ve Araştırma Vakfı’nın, Yönetim Kurulu Başkanı Emrah KISAKÜREK imzalı bildirisi:

    Star Gazetesi tarafdan ilk olarak 2014 yılında dpüzenlenen ve her yıl tekrarlanmakta olan “Necip Fazıl Ödülleri”, başlangıcından itibaren Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in fikir ve estetik dünyasına yabancı; onun manevîmirasını hic sayan tahrif ve tahkir edici bir üslupla, siyasi istismar zemininde yürütülmektedir.

    ‘Necip Fazıl Kısakürek Kültür ve Araştırma Vakfı ve Büyük Doğu Yayınları, Necip Fazıl’ın fikir bütününün ve eserlerinin asliyetlerini korumakla yükümlü ve onları bu şekildelecek nesillere taşımakla mükelleftirir..

    Bugüne kadar bir hüsnüniyet içinde, ” Necip FazılÖdülleri”nin sabit prensiplere bağlı olarak düzenlenecek bir şartnameye kavuşturulmasını beklemiş olmamıza rağmen, devam edegelen süreçte, Star Gazetesi’ni, bütün uyarı ve eleştirilere kapalı, dışlayıcı bir tavır içinde görmüş bulunuyoruz.

    Üstelik, ” Necip Fazıl’ı değerlendirmek için henüz erken” diyen biri Jüri Başkanı yapılmış ve âdeta kasıtlı biçimde hareket edilerek, Üstad Necip Fazıl ve eserlerini açıkça tahrif eden ve en önemli eseri “İdeolocya Örgüsü” kitabını Faşist bir manifesto olarak itham eden birine de saygı ödülü verilmiştir.

    Sayın Cumhurbaşkanımızdan Ekim 2016 tarihinde vâki randevu talebimiz iki yıldır cevapsız bırakılmış, bu yüzden durum öncelikle kendisine arzedilememiştir.

    Gerek Vakıf gerekse Yayınevi olarak, bulunduğumuz nokta, zamanın ve zeminin şartlarına tâbi değil; fikir ve sanatı siyasî dilin malzemesi hâline getiren anlayışla uzlaşma kabul etmez, samimiyetin pazarlıksız prensiplerine bağlıdır.

    Söz konusu Gazeteye, bu isim altındaki ödüllere son verilmesi hususunda gerekli ihtarname gönderilmiştir.

    “Üstad”a nostaljik bir sevgi besleyenlerin bizi anlayışla karşılayacakları umudu içinde kamuoyuna duyuruyoruz. 03.10.2018)

    Bildirideki ifadelere aynen katılıyoruz. Zaten biz de Ocak/Mart 2016 tarih ve 87. Sayılı dergimizde aynı meseleyi ele almıştık.

    Devlet Tiyatrolarında perde ‘REİS BEY’ ile açılıyor. (AA)

    Devlet Tiyatroları 70. yılında, şair, yazar Necip Fazıl Kısakürek’in ünlü tiyatro eseri “Reis Bey” ile sezon açılışını gerçekleştirecek. Yönetmen Özer Tunca, “Necip Fazıl’ı çok seviyorum, çok güzel bir dili var. Zaten çok iyi bir şair, tiyatrosunun duygusunu da çok güçlü buluyorum. Para da öyledir meselâ” dedi. 45 kişilik oyunda canlı müzik kullanılacak. Birinci ve ikinci günün biletleri tükendi; oyun yurdun çeşitli yerlerinde ve yurt dışında da sahnelenecek.

  • Büşra DOĞRAMACI.”Çağın bilinçsiz hareketi: İnternet”

    İnsanoğlu her ne yaparsa yapsın fark etmeli ki her şey aslına rücu etmektedir. Fıtratımız gereği aslolana yöneliriz her konuda ister istemez, gözlerimizin aradığı bir sadelik bir tabiîliktir. Son zamanlarda bunu her konuda görmeye başladık. Her ne kadar farklı lüks yaşamlara özensek de yoğun bir kitle aslına dönmek konusunda ciddi çaba sarfediyor. Hem de her türlü hayatî bağlantıyı kullanıyorlar diyebiliriz. Fakat bunu yapmayı denerken önlerinde yeniçağın engelleri olacak elbette. Zihnimize hal, hareket ve yaşantımıza işlemiş birçok engel. Bunlar arasında en önemlisi hiç şüphesiz ‘İnternet’.

    Halka sunulan ‘ her şey sizin’ görüntüsü bu kitle tarafından korkutucu addediliyor ki haklılar bir noktada. İnsanların gün geçtikçe çoğalan tüketme arzusu böylece eski değerlere dönerek onları da tüketme isteği uyandırıyor içlerinde. İnsan tabiî olarak bütün bunları tüketebilir elbette. Kıyafetler, bilimum âlet edevat elbet bir gün sonu gelecek şeylerdir. Peki ama internet nasıl tüketilir? Esas sorulması gereken soru da şu ‘’Biz mi interneti tüketiyoruz, yoksa o mu bizi?’’.

    İnsan böyledir düşünme eylemi fıtratı gereği sürekli, farkında olarak yahut olmayarak yaptığı bir şeydir ve her düşüncede bir soru gizlidir. İşte internet popülaritesini kazanmaya başladığı yıllardan beri bu sorulara cevap olmuştur ve bu sebepten yıllar içinde başvurulan ilk kaynağa dönüşüvermiştir. Durum böyle olunca 90’lı yıllar itibariyle yabancı kaynaklı makalelerde ‘Problematic Internet Use’ mealen ‘sorunlu internet kullanımı’ başlığını görmeye başladık. Ülkemizde de bu konuda yazılıp çizilen veriler çok fazla tabiî ki fakat okuma oranıyla doğru orantılı olarak belli bir kitleye ulaştığını söylemek mümkün.

    Sözün özü interneti hayatımıza fazlaca dahil etmemizin bir çok etkeni olabilir elbette bilinçli kullanıcılar da olabiliriz yahut hiç kullanmıyor olabiliriz. İçimizdeki tüketme arzusunu susturamıyor sonu olmayan bu şeye meftun olmuş olabiliriz bittabi fakat tüm bu durumların yanında her dem özümüzü korumak adına okumalı ve bilinçsiz hareketlerden olabildiğince uzak durmalıyız ve eğer şu an bu yazıyı okuyorsanız hep beraber zihnimizde internetsiz hava sahaları inşa edelim, muvaffak olmamız dileği ile.

  • Ahmet DEĞİRMİNCİ.”Dinlediğim türküler”

    O türkülerle büyüdüm ben…
    Kurşun gibi adamın yüreğini delen.
    “Karagözlüm gitme, dur!” diyemezdim,
    O duyguları, ayaklarımla ezdim.

    Silâh kabzalarına gömmüştüm yüreğimi,
    Uzaklara… Çok uzaklara saldım dileğimi.
    Yüzümü dönüp başkaya hiç bakmadım.
    Bir hançer, ya da bir mavzer olmaktı muradım.

    Boş çerçevelerdi benim oyuncağım.
    Havada, boşlukta kaldı hep kucağım.
    Gökler, en kurşunî bulutlara gizlenirken;
    Güneşler doğardı içime birden.

    Hoyratlar hiç yakışmaz, dilime,
    Uzanırım gonca güller gelmez elime.
    Yasak kelimelerimin sırrı…
    Dile gelse, konuşsa eritir yüce dağları.

    Coşkun ırmaklar gibi akarken ömrüm
    Derin derin sokaklarda sürünürüm
    Son nefesimi yalarken kaldırımlar
    Bir çocuk, bu türküyü anlar…

  • Ahmet DEĞİRMİNCİ.”Buhranların çocuğu”

    Ben, buhranların çocuğuyum. Normal vaktime erişemezsiniz, boşuna çabalamayın!

    Bir seher vaktinde, dağların ardındaki güneş usulca yürürken zeval vaktine doğru, en çelimsiz horozlar bile çığlık çığlığa şafağı haber verip uyandırmaya çalışırken gafleti, koyunlar, kuzular rızıklarının derdinde yaylalara doğru yollanırken, Ezan seslerine isyan eden köpekler bile sabah sarhoşluğunda salınırken yollarda, üç-beş zeytin tanesi, bir parça peynir, fırından tazece çıkmış ekmek, sıcacık bir çay yahut portakal suyunun donattığı bir sofrada bulamazsınız beni.

    Buhranların çocuğuyum ben. Her anımda ayrı bir korku, her saniyemde kimsenin aklına bile gelmeyecek bambaşka endişelerim olmalı benim. Ki var da zaten. Güle oynaya düşemem ben yollara. Bir genç kız tedirginliğindedir hep yüreğim. Her an usta bir hırsız, usta bir gönül hırsızı, civan bir delikanlı benim de gönlümü çalıp, anamdan, babamdan ayıracak korkusu yaşarım hep. Yalnızca böyle olsa ya… Filistinli bir çocuğun tereddütlerini taşırım içimde. Bosnalı bir kadının korkusu ve bir Çeçen Mücahidinin şahadet sevdası vardır içimde.

    Kafkas dağlarının rüzgârında savrulur saçlarım. Türkistan çöllerinde şaşırırım yönümü. Somali’de susuzluktan çatlar dudaklarım. Arakan’da diri diri yakılır bedenim.

    Birileri hesap-kitap yaparken çok kazanmak, vergi kaçırmak adına… Nice Beyefendiler rahat etsin, ve nice Hanımefendi fink atabilsin diye partilerde… Başımın gözümün sadakası sayıp, yüreğimi bırakırım sevdiğimin ülkemin karanlık sokaklarına…

  • Halis ARLIOĞLU.”Bir başka açıdan yörükler”

    Kalkmış yörük kervanı, gidiyor yine bugün.
    Al yeşil giyinmişler, sanmayın ki bir düğün.
    Meler koyun kuzular, atları da pek yeğin.
    Konaklanan her yerde, verilmekte bir öğün.
    Katar katar olmuşta, geçiyor o develer…
    Yemişler gevenleri, şimdi geviş geveler.
    O vâdiler yemyeşil, yaylalar zümrüt gibi.
    Topluyor Yörük beyi, dağılan ekibini.
    Konup göçer giderken, bir garip türkü alır.
    En sonunda yaylaya, binbir zahmetle varır.
    Kara çadır kurulur, gönüller efkârlanır…
    Her yörüğün kasveti, artık orda dağılır.
    Çadırların önünde, oynaşırlar kuzular…
    Sürüyü toplamışlar, gidiyor gelin kızlar.
    Yayladan o dağlardan, aşar gider oymağım.
    Bu kervanlar geçerken, artıyor kedergâmım.
    Ardıç altında doğar, kıl çadırda büyürler.
    Bir garip ermiş gibi, dağ başında ölürler…
    Senlik benlik bilinmez, sevgi dolu yüreği.
    Barındırır yörüğü, kıl çadırın direği…
    Bir dığan bulgur pilav, pişirilir yağlıca.
    Yufka ekmek yayılır, dökülür üste bolca.
    Çoluk çocuk toplanır, kaşık çalar ayrana.
    Kıl çadırın etrafı, döner artık bayrama.
    Dağlar gibi saf değil, şehir fitne yuvası.
    Tahrip talan ettiler, hayâ’yı kahrolası!
    İn bu şehre hâkim ol, örfüne-âdetine…
    Verme hâine fırsat, dikil artık önüne!..
    Adına’laikliğin’, çok kanlar akıttılar.
    Ülkedeki huzuru, katledip yok ettiler.
    Haydutlar kravatlı, geziyor caddelerde.
    Haram helâl bilmiyor, yutuyorlar her yerde.
    Apoletler omuzda, kalabalık bak yine.
    Sırıtarak konuştu, ‘çağdaşlıktır’ bu diye.
    Hıyânetin ardından, sığındı’laikliğe’.
    Yıllarca hep öttüler, ‘kemalistim’ben diye.
    Siyasetin bağrına, çökmüş bu harâmîler.
    Saldırır mukaddese, insanları zehirler…
    Senin bundan haberin, olsun artık uyanda!
    Yörükçülük son bulsun, dağların doruğunda.
    Hayatı konar-göçer, bu garip Yörükçüğün
    Yolculuk aman vermez, kuzular, keçi, koyun.
    Meşgâlesi bunlardır, davar sığır peşinde.
    Ne fırıldak fitneler, dolaşır şehirlerde?
    Bir yolcu ki yollarda, dönerek Ona varır…
    Her yolcular o yolda, mevlâsına yalvarır.
    Yollarda yolcuların, hep saçları ağarır.
    Kervan gider yol biter, artık menzile varır…

    (Müslümanların siyâsi ve ideolojik kıyıma uğradığı 28 Şubat post-modern cunta döneminde yazılmıştır.)

  • Halis ARLIOĞLU.”Hicran”

    Yine mahzûn bu gönül, seven yok sevilen yok.
    Nedir bilmem sebebi? âlemde dertliler çok…
    Benim garip gönlüme, bir âşinâ olan yok.
    Yine mahzûn bu gönül, seven yok sevilen yok.

    Esmiyor bâdi sabâ, kokmuyor gayri güller.
    Susmuş artık ötmüyor, şakıyan o bülbüller.
    Bu hâli perîşânımâ, bakıyor şimdi eller!
    Yine mahzûn bu gönül, seven yok sevilen yok.

    Suyu bitmiş kurumuş, bağrı yanık pınarım.
    Bu dağda, o vâdîde, durmaz seni anarım…
    Kalmadı o tâkât, tükendi kavlü karârım.
    Eksilmedi artıyor, her zaman âhu zârım…

    Her sabah her akşam, olaylar hüzün bana.
    Çekilen bunca elem, neden gider yabana?
    Yıllar var ki bu hasret, iş bu hicrânım sana,
    Yine mahzun bu gönül, seven yok sevilen yok.

    O ıssız geceler, derdime dertler katıyor.
    Şu musdarip gönlüme, göz yaşlarım akıyor.
    Hicranlı yüreklere, sanki hançer batıyor,
    Yine mahzûn bu gönül, seven yok sevilen yok.

    Hüzünlenmiş bayramlar, kalmamış sevinçleri.
    Niçin bilmem gelmiyor, o günler artık geri?
    Sanmam ki bulunsun, bu kederden beteri.
    Yine mahzun bu gönül, seven yok sevilen yok.

    Sıra sıra dertliler, inliyor bütün beşer.
    Azgınlık işin başı, ümitler olmuş heder.
    Sokağa düşmüş anne, perîşân olmuş peder.
    Yine mahzun bu gönül, seven yok sevilen yok.

    Bilinmiyor o vefâ, kayıplarda sadâkât…
    Zevki sefâya dalmış, tanınmıyor hakikat.
    Bir girdâp içindeler, mânâsızdır bu hayât.
    Yine mahzun bu gönül, seven yok sevilen yok.

    Her yerde akan bu kan, her yerde feryât niçin?
    Teselli kâr etmiyor, hüzünlenen kalp için…
    Ne yaz kalmış, ne bahar, her taraf aynı biçim.
    Yine mahzûn bu gönül, seven yok sevilen yok.

    Dile gelmiş ağaçlar, rüzgâra karşı durmuş.
    Nice köşkler, saraylar, yıkılıp harâp olmuş.
    İnsanoğlu değişmiş, sanki bir yamyam olmuş.
    Yine mahzûn bu gönül, seven yok sevilen yok.

  • Kubilay ERTEKİN.”Doğum ve sonrası”

    Kültürümüzde, geleneğimizde, örfümüzde ve inancımızda; her doğan İslâm fıtratı (yaratılışı) üzere doğar (mâsum ve günahsız). Ancak âilesi, çevresi, aldığı eğitim ve bağlı bulunduğu düşünce sistemi, ideolojiler ona kendi rengini ve şeklini verir. Gerçek de budur. O yüzden İslâm’da çocukların öldürülüp kuma gömülmesi şiddetle yasaklanmıştır. Geçtiğimiz Ramazan ayı dolayısı ile müşâhedelerimi belirtmek istedim. Ramazanda büyük şehirlerdeki toplu iftarlara başlangıçta sol kesim şiddetle karşı çıktı. Oy hesâbı olarak yapılıyor diye yırtındı. Sonradan namazsız, oruçsuz türedi ve pespâye bir kesimin oraları ve yaşamadığı inançları nasıl istismar edip o tür yerleri oy devşirme alanı hâline getirip -her şeyde olduğu gibi- sömürü aracı görme zilletinde bulundular. Materyalizmin, inançsızlığın ve takiyyenin (ikiyüzlülüğün) o kesimler için nasıl bir esfellik ve iğrençlik olduğu görüldü. O yüzden Ramazan’a büyük şehirlerin mutantan iftar sofralarına, duâ ve ilâhiler okunan yönünden değil, bir de Ege ve diğer sâhil kesimlerden bakmak istedim.

    Bunun daha iyi anlaşılması için merhum Bedî-uzzamân’ın hatırımda kalan bir tespîtini aktarmak isterim: “Bir Avrupa ülkesi İslâm’a, bir İslâm ülkesi de Avrupa’ya gebedir. Gün gelecek ve bu doğum gerçekleşecektir!”. Son yıllarda Almanya başta olmak üzere, Müslümanların Avrupa ülkelerinde çoğalması ve her tür zorluğa, şiddete, dışlanmaya ve İslâm düşmanlığına karşı direnip inançlarını koruması ve buradakilerin de tıpkı Batı tarzı bir hayâtı yeğlemeleri, özellikle şu ramazan ayına rağmen sanki böyle bir gün yokmuş ve yaşanmıyormuş görüntüsü vermeleri merhûmun yıllar evvel söylemiş olduğu sözü ve o günleri hatırlattı. Çünkü kim ecnebi, kim yerli belli değil ve onlar da yarı üryân, bizimkiler de (!). Sâhil sitelerinde her ne kadar mevcut câmiler cuma ve bayramları dolu ise de diğer vakitlerde, özellikle sabah ve yatsı namazları, tıpkı diğer bâzı şehirlerdeki câmilerimiz gibi bomboş olduğu acı bir gerçektir. Yıllar evvel Merhum M. Âkif şöyle demiştir:

    “Hani, üç beş kişiden fazla musallî arama;

    Câmi ambarlık eder, başka ne yapsın imama”(384)

    Zîrâ ülkedeki mevcut sistem ve 80-90 yıllık ideolojinin insan beyni ve zihniyeti üzerinde bıraktığı tortular, onları DÎNE karşı lâkayt davranmalarına, hattâ dînî hayatı ve mâbetleri lüzumsuz (!) bir fantezi-aksesuar (!) olarak görmelerine sebep olmuştur; alay ve tahkîre yöneltmiştir. Merhum M. Âkif o zihniyettekileri şöyle târif etmiştir:

    “Namaz, oruç gibi şeylerle yok alış-verişi;

    Mukaddesât ile eğlenmek, en birinci işi.” (266)

    Hatırlayanlar vardır. Onlardan bir siyâsetçi eskisi hacca gidecek vatandaşa şöyle demişti: “Hacca gidip de ne yapacaksın? Belki Muhammet seni bırakmaz ve orada kalırsın!”. Böylesi seviyesizliklerin daha binlerce örnekleri vardır. Bu iğrenç saldırı ve hezeyânın altında; haccı inkâr ve hafife alma, Peygamber (SA)efendimizi alay, istihzâ ve dine hakâret vardır.

    Bir ramazan ayında saçı başı kıralmış kimselerin önünde rakı şişesi, ağzında sigara, milletin cumhurbaşkanına ve onun şahsında bu millete; onların kutsallarına çok âdî, çok iğrenç ve seviyesiz bir şekilde küfreden, necâset saçan gazete adındaki o varak pâreleri-paçavraları görünce, zikredilen doğumun çoktân gerçekleşmiş olduğu çok açık ve net bir şekilde görülmektedir.

    İhtidâ eden, Müslüman olanın kurtuluşu var, ama irtidâd eden, dînden dönenin gideceği yer yoktur. Öylelerini (Nirvâne) bile kabul etmez. Ayrıca yağma edilen o güzelim sâhil şeridi ve ormanlıklar, siteler ve yazlıklarla dolmuş; israf, şatafat, lüks hayat, maneviyâtı olmayanları sâdece daha çok azgınlığa ve nimetleri inkâra, devletçe sağlanan imkânlar ise sapıtıp yozlaşmalarına sebep olmuştur. Sözde eğitimcilerin çıkardığı bir dergide, ayağındaki kot pantolon 19 yerinde delik olan sözüm ona bir edebiyat öğretmeninin resmini gördüm, ona merhum M. Âkif’ten şu beyti okudum:

    “Edebiyâta edepsizliği onlar soktu!

    Yoksa din nâmına islâm’a taarruz yoktu!” (343)

    Cevap olarak şairini bilmediği gibi, kitaplığında Safahat, Handuvarları, Kendi Gökkubbemiz ve Çile’nin olmadığını söyledi. Gençliğe millî ruh ve şuur verilmezse böyle olur. Öyle okulların çoğunda hâlâ devlet, millet ve din düşmanları yetişiyor. Bâzı Darwinistler, nesebi gayri sahih veletler, vahşi hayvanların karikatürünü yaparak cumhurbaşkanı ve onun şahsında milleti hedef alan kuduzca bir saldırıda bulunarak “Tayyip âilesine hoş geldiniz” şeklinde çok aşağılık bir seviyesizlik, âdilik ve seciyesizlikte bulunmuşlardır. O iğrençliği Batının domuz çobanları bile ülkesinin cumhurbaşkanına ve onun şahsında milletine bu türlü bir alçaklıkta bulunamaz. (05.07.2018 basından) Bunları semirten, millî irâde ve inanç düşmanı siyâsi bir yapı var ülkede. Bu açıdan zikredilen edebiyatçı (!) bunların yanında bal kaymak sayılır. Eğitimlisi (!) böyle olursa kültürsüz olanlarına diyecek bir şey olamaz. Üstelik bunlar, 1930’ların, 40’ların CHP tek parti diktasının olduğu dönemlerde değil, milliyetçi ve inançlı bir kesimin iktidâra getirdiği bu dönemde oluyor ve yaşanıyor.

    Ülkeyi kurtarmaya (!) soyunan ve adı geçenlerin dilinde ve programında ülkenin en büyük derdi olan ve cemiyeti çürüten, çökerten; fuhuş, alkol, kumar, uyuşturucu, gasp terör-anarşi ve PKK gibi ülke düşmanlarını yok edici bir çâre ve çözümden söz ettikleri duyulmuş ve görülmüş müdür!? Onlar cemiyetin çürümüş ve kokuşmuş kesimlerinden geçinirler.

    Uyuşturucu… Uyuşturucu otları kolluk güçlerine ve koruculara kökletip-yaktırmak olacak şeyler değildir. Bunları kendilerine kökletip imhâ ettirmeli, tarlayı da hazineye kaydedip sâhiplerini taş ocağı ve kömür ocağı gibi ağır işlerde ömür boyu çalıştırmalı. PKK hâinlerinin yaktığı ormanları, onlara diktirmek ve aynı cezâyı uyuşturucu baronları ile sokaktaki çapulcularına da uygulayarak bu pisliği kökten çözmektir. Sistemdeki TUT-SAL zihniyeti sürdükçe çocuk kâtilleri, gasp ve hırsızlık gibi harâmîlik ve alçaklıkların artarak devâm edeceğini en beyinsizler bile bilir. Şerir ve haydutları azdırır ve milleti zehirlemekten, devlete ihânetten vazgeçirmez, PKK, FETO ve benzeri bir ihânet şebekesini de bunlar meydana getirir. Caydırıcı olmayan cezâlar, suça teşviktir. İhânetleri açıkça belli FETO hâin ve alçaklarının inkârına rağmen cezâları ikiye-üçe katlanmıyorsa bu da aynıdır ve onları suça teşviktir.

    Yapılan devâsâ hizmet ve yatırımları, yol, köprü, tünel ve diğerlerini, hava, kara ve deniz yollarındaki bunca rahat ve konforları, 3-4 şeritli asfalt yollarda uçak hızıyla giden ve yolların almadığı son model araçları bir kenara bırakın, yıkıcı ekibin seçim gezilerindeki inkâr ve isyân kokan, anarşizmi kışkırtan hezeyanlarına rağmen, Seferihisar-İzmir yolunun o bitmeyen kıvrım ve virajlarını genişletmek için bu sıcağın altında ve belki de oruçlu olarak çalışan, dağları delen onca makine ve işçileri, onların döktüğü alın terlerini görünce o nankörlüğe bu hizmetler aslâ değmez diye düşündüm. Çünkü her taşın üstünde öten dilli düdüklerin (şimdi seçim arabasının) ve onların kanatları altında semirip Avrupa’ya kaçan, kâfire hizmet eden siyâsi (!) haydutlar, yazar-çizer geçinenler ve Amerikan bayrağını öpüp-başına koyan FETO-PKK ve benzeri hâinlerin (14.06.2018 basından) adını anmayanlar, o sefilleri himâye gayretinde olan ve bir oy için onca ihânet şebekelerine şirin görünmek isteyen bütün siyâset harâmîleri ve magandalarına, oy simsarı içinde olan soysuzlara lânet ediyorum…

    Bidâyetten beri inkâr ve isyân zihniyetinin dayandığı bir ideoloji var. Bu saçma düstur ve sapık zihniyetin çok yoğun yalan ve iftiralarına, okuma özürlü ve kasten mâziyi unutturan, sloganla yönetilen halk kesimini kendi merkezlerine çekip kanalize etmeleri, en büyük arzularıdır. En büyük gâyeleri; din ve diyânetten bahseden, dindar kadronun başa gelmemesi. Geçmişin onca zulmünü, zorbalıklarını unutturarak halkı uçuk ve çok ucuz vaatlerle, hazırcılığa ve çalışmadan, kazanmadan yaşamaya özenen bir tüketim toplumu (homo ekonomik) yapı oluşturmaktır. Bu ağır ithamlar bâzılarına bir iltifat gibi geliyor ve yüzleri kızarmıyor. Utanmak iman alâmetidir. Merhum M. Âkif’in tespiti:

    “Îmandır o cevher ki, İlâhî ne büyüktür.

    İmansız olan paslı yürek, sînede yüktür”

    Din dışı ideolojilerini ve siyâsi düşüncelerini din gibi savunan, mâkul ve mantıklı her şeyi ret ve inkâr eden bir kesime göre doğmak; her istediğini yaparak yaşayıp ölmek ve sonunda ölüsünün bir câmiye getirilerek çevredekilerin namazını kılıp kabre konulmalarının, Müslüman bir inanç ve yaşantı olduğu vehmindeler. İşte batı özenti ve hayranlığı, Marksist-materyalist bir zihniyete sâhip olanların genelde hayat tarzı ve düşünce sistemleri bu çerçeve içinde boş bir hayâl uğruna avara kasnak gibi dönüp durmaktadır. Onlara göre; dîne ve dîni kesime küfretmek, tahkir ve tezyifte bulunmak, düşmanlık göstermek, onu yapan kişi ve kurumları ölümüne desteklemek, dünyâda ve ukbâda hiçbir müeyyidesi olmuyor, sorumluluk gerektirmiyor. Sonunda bâtıl bir ideoloji uğruna “Küfr-ü cehlî ve küfr-ü inâdî” üzere yaşayıp gidiyorlar. Nasıl olsa hayatta şiddetle düşman oldukları halde ölümlerinde hiçbir ayırım, dışlama yapılmadan İslâmî kurallar uygulanıyor. Anadolu’da meşhur bir tâbir vardır: “Nerede o yoğurdun bolluğu? Biraz da biz yiyelim”. Sanırım başka söz zâittir…

  • Muhsin Hamdi ALKIŞ.”Sanal âlem mi?”

    İnternet bize nazaran sanal âlem,

    Biz ise Allah’ın diğer bazı âlemlerine nazaran sanal mıyız?

    Evrenleri yaratıp mükemmelen donatan, atomları yaratan, onların arasındaki bağı var eden, elektriği yararlanmamıza sunan, algıladığımız evrenin gerçekliğini kuantum seviyesinde sanallaştıran ve her an yeni bir yaratmada olan Allah’ın asıl fail, bizlerin cüzî irademizle oluşlara vesile olduğumuz apaçık bir gerçektir.

    Algıladığımız evren gibi evrenler olup olmadığı ve bunlara nazaran bizim durumumuz bir bilinemezlik… Holografik evren, string theory, m-branes gibi teoriler bu ihtimalleri araştırmakta. Misal: İki boyutlu bir evrendeki varsayımsal bir varlık, kendi evreninden geçen 3 boyutlu bir küreyi sadece daire olarak algılayacaktır. Onun için 3. boyut muhaldir. Bizim dışımızda, örneğin string teorisine göre 11 boyutlu bir evrende, bizim varlığımızın ötesinde bir gerçekliği algılama imkânımız ne olabilir? Üst boyutlardaki bir varlık için ise biz tamamen sanal olacağız. Şimdi bir de tüm bunların yaratıcısı ve hiçbir kısıtlamaya tabi olmayan Halik’i ve onun yarattıklarına nazaran “Zatını” ve “Kün fe Yekün”’ün anlamını düşünün..

    O’na inanmak mı? Aksi ne mümkün?
    O’na aşk.. Haddimiz değil.
    O’na her zerremizle ve her
    Tecellisiyle hayranız.

    Sanal âlemde ahlâk

    İnternette meydana getirilen eser, iş ve işlemleri sanallık perdesi arkasında hafifsiyoruz. Oysa, sanal sandığımızın ardında gerçek insanlar var. Kul hakkı sanal âlemde de olsa kul hakkı, hakaret sanal âlemde de hakaret, fuhşiyat sanal âlemde de fuhşiyat.. Sanal bir oyundaki zina, fuhşiyat, cinayet esasında o kişinin mâneviyatında ve dimağında –gerçeğini hafifseterek– gerçeğine kapı açıyor. Öyleyse O’nun olmadığı bir yer muhal olduğu gibi O’nun vaz ettiği ahlâktan sapma her durumda çürümeye ve toplumsal çöküşe neden olması sebebiyle her bilgisayara, telefona bir zabıta koyamayacağımıza göre her ferdin gönlüne o ahlâkı koymak asıl vazifemiz olmalı.

  • Av. Mustafa BÜYÜKGÜNER.”Onuncu gün”

    Doğu ile Batı toplumlarını temelde birbirinden ayıran bir fark var… Bu fark, inanışları, milliyetleri ve yaşama biçimleri ne olursa olsun doğu ve batı toplumlarına ayrı ayrı siyaret etmiş ve bütün hayat örgüsünü temelleyici bir ayrım olarak belki de insanlık tarihinin başlangıcından beri yaşayagelmiştir. Doğu ve Batı insanı arasındaki hayata, meselelere, maddeye bakıştaki tüm incelik ve nüansları işte bu fark ortaya koymaktadır.

    Nuh Aleyhisselâm, Allahü Telâ’nın kendisine verdiği uzun ömür ile, insanları Allah’ın dinine davet ederken, maalesef inanandan çok inanmayanlarla karşılaşmıştı. Allah’a inanmayanlar, her dönem olduğu gibi, o dönem de Müslümanlara türlü eziyetler etmişler, hem Nuh Aleyhisselâm hem de ona iman edenleri alaya almışlar ve gerçek sahibine gelmeden önce peygamberden peygambere geçen (Nur)u karalamaya çalışmışlardı. Bunun üzerine Nuh Aleyhisselâm çok büyük bir gemi yapması emredilmiş, gemi bitince Allah’a iman edenlerle birlikte bu gemiye binenler dışındaki dünyadaki hayat; çıkan tufan ile yeryüzünün tamamının suyla kaplanması sebebiyle son bulmuştur.

    Tufanın sona ermesi ile birlikte sular yeryüzünden çekilmeye başlamış ancak bu esnada Nuh Aleyhisselâm ve yanındaki müminlerin beraberinde gemiye aldıkları erzak da bitmiştir. Karınlarını doyurmak amacıyla müminler gemide kalan bütün erzakı bir arada toplayarak bununla bir çorba kaynatır ve geminin karaya oturduğu ve dünyada yeni bir hayatın başladığı güne kadar bu çorba ile karınlarını doyururlar.

    Geminin karaya oturduğu gün ise, hicri takvime göre Muharrem ayının onuncu günüdür.

    İşte yazımızın başında bahsettiğimiz Doğu ile Batı toplumları arasındaki temel fark burada bir kere daha tezahür ediyor. Batıda olsa bütün dinlerde bahsi geçen, bütün toplumun inanç kesimlerine ulaşan böyle bir gün, mutlaka çok özel bir isimle adlandırılır; batı toplumu gün ve ay isimlerini bile inandıkları batıl tanrılara adadıklarına göre, dünyada ikinci doğuşun yaşandığı böyle bir olayın nihayetindeki bu güne mutlaka anlı şanlı bir isim bulma gayretine düşerlerdi. Doğu toplumu ise bu işlere hiç tenezzül etmemiş ve tarih sistemlerine bakarak bu güne denk gelen günün ismiyle anmayı yeterli buluvermiştir.

    Bizim “Aşure” dediğimiz kelime bize Arapça’dan geçti. Arapça’da “On”, “Aşere”; “Onuncu” ise “Aşir” demektir. Arapça’ya ise Yahudiler’in kullandığı İbranice’den geçtiği ve kelimenin burada da “On” manasına gelen “Aşura” olduğu söylenmektedir.

    İşte Batı’da olsa, kim bilir hangi tanrıya(!) adanarak onun ismi ile anılacak olan bu gün; doğuda, günün kendisinin bir kıymetinin olmadığı ve derinliğinde bu günde yaşanılanlardaki hikmetin tefekkür edilmesi sebebiyle, özel bir isimlendirmeye tabi tutulmamış ve takvimde onuncu güne tekabül etmesi sebebiyle “Aşure günü” (Onuncu gün) olarak isimlendirilip geçilmiştir.

    Batı düşünce tasavvuruna göre o gün kutlu bir gün olduğu için, inanç sistemindeki pek çok olay o günde yaşanmışken, doğu disiplinine göre, o günü kıymetli yapan, çoğu dini kaynakta geçen bu olayların o günde yaşanmış olmasıdır.

    İslâm inancına göre;

    •Hazreti Âdem’in tövbesi bugün kabul edilmiş,

    •Hazreti İbrahim Nemrut’un ateşinden bugün kurtulmuş,

    •Hazreti Musa kavmini Firavun’un zulmünden bugün kurtarmış,

    •Hazreti Yunus balığın karnından bugün kurtulmuş,

    •Hazreti Eyüp bugün dertlerine şifa bulmuş,

    •Hz. Yakub oğlu Hz. Yusuf’a bugün kavuşmuştur.

    Muharrem ayı ve Aşure günü İslam inancı yönünden de çok önemli ve kıymetlidir. Sahabiler’in Mekke’den Medine’ye hicretleri Muharrem ayında başladığından Hazreti Ömer döneminde ayın hareketlerine göre esası teşkil edilen kamerî takvim bir sisteme bağlanmış ve takvimin başlangıcı da hicretin başlangıcı ile sabitlenmiştir. Buna göre Muharrem ayı hicri takvimini ilk ayıdır. Aynı şekilde Allah’ın Resulü’nün mübarek torunları Hazreti Hüseyin de, yine bu ay içerisinde ve aşure günü şehit edilmiştir. Bu bakımdan aşure günü İslâm tarihinde hem bir vuslat hem bir yas günü olarak değerlendirilmiştir.

    Müslüman olduktan sonra her şeyi sistemleştirmekte pek mahir olan milletimiz Aşure gününü de sistemleştirmiş ve Muharrem ayının ilk gününden onuncu gününe kadar geçen bu süreyi sosyal barışın sağlanması ve insanlar arasındaki ilişkinin gelişmesine bir vesile haline getirmiştir. Osmanlılar döneminde aşure günü âdetâ bir devlet töreni gibi kutlanmış ve sarayda pişirilen aşureler “Aşure testisi” adı verilen özel kaplarda halka dağıtılmıştır. Bu aşureyi dağıtmada halkın gönüllü olduğu ve dağıtıcıların gönüllüler arasından seçildiği de bilinen bir gerçektir.

    Bu vesileyle, her ne kadar zamanı geçmiş ise de, günün kendisinden gelen kıymetten ziyade, İslâm tarihinde bu günde yaşanan olaylardaki kıymetin tefekkürü ve her günümüzün bir aşure günü olduğu bilinci ile “Onuncu günü”nüzü tebrik ederim. (Bu yazı Osmaneli Haber Gazetesi’nin 12.10.2017 tarihli nüshasında yayınlanmıştır.)

  • Gelecek sayı konusu

    Gelecek sayı (99) konusu, 12.11.2018 tarihinde sitemizden (kardelendergisi.com) ilân edilecek.

    Kardelen’e eser gönderecekler; sitemizden gelecek sayı konusunu, kalem erbabına mesajı ve düşünen adama hitabı okumalıdır.

    Eserler, 17-23.12.2018 tarihleri arasında “KARDELEN’DE YAYINLANMASI TALEBİYLE” Word dosyası olarak (kardelen@kardelendergisi.com) adresine gönderilmelidir. Bu tarihler dışında ve başka adreslere gönderilenlerin takibi mümkün değildir.

    Her sayı için ayrıca eser gönderilmeli. Bir seferde en fazla 2 fikir yazısı ve hikâye, 3 şiir, 2 sayfa karikatür gönderilebilir.

    Başta inceltme işaretleri olmak üzere imlâ kaidelerine dikkat edilmeli. Elle düzenleme yapılmamalı, programın imkânlarını kullanılmalı. Elle düzenlemeler, dizgi sırasında eserleri, programın şartlarına döndürme mecburiyeti sebebiyle, fazladan emek ve zaman kaybettirmektedir. Bunun kul hakkı olduğun dikkat etmek gerekir.

  • Ahmet ÇELEBİ.”İçimdeki sesler”

    Kesildi yağmurlar kesildi rahmet.
    Sessizliği artık düşüneceğim
    İçimde acılar kızıl kıyamet
    Bu ateşte inan üşüyeceğim

    Susmuş gönül derdim öyle bir zahmet
    Kaderle tevekkül bölüşeceğim
    İsyana dalmadan gösterip keramet
    Belâya bakıp da gülüşeceğim

    Ey beni ben yapan içimdeki ses
    Seninle büyüyor inanç dalları
    Kırıldı dünyamda küçücük kafes
    Senle geçerim aşılmaz yolları

    Telli turnaların gümüş kanadı
    Rüyamdan düşmüştü günlük falıma
    Ruhum vurgun yedi buna ağladı
    Günah binmiş artık dünya salıma

    Ey yoluna dünyayı yığan kişi
    Elbette ki yolsuz kalacaksın
    Ölüm geldi hâlâ bitmedi işi
    İnan dünyaya boşa dalacaksın

    İçimde bir ses var ölüm çalıyor
    Duymaya gücüm görmeye gözüm yok
    Bir o, var kulağım sesi arıyor
    Özümde ses var sesimde özüm yok

    İçimde bir ses var benden ötede
    Aradığım bendim sonsuz âlemde
    Gölgemi buldum varlığım nerede
    Cevaplarım, soru yazan kalemde

  • Ahmet ÇELEBİ.”Meçhul sevgililer”

    Meçhul sevgili defterine yazılsın ismimiz
    Bilinse ne farkeder bilinmese ne cismimiz
    Gözümüze çizilsin hayalde kalan resmimiz
    Toprak olur beden ebediyen yaşar vehmimiz…

  • Mehmet BALCI.”Kızım”

    Sakın ha kimseye minnet eyleme
    Sakın vurma taşa başını kızım
    Diline sahip ol kötü söyleme
    Akıtma gözünden yaşını kızım

    Anan ile baban sanma gittiler
    Sanma kardeşlerin veda ettiler
    Darda kalır isen hemen yettiler
    Surat asıp çatma kaşını kızım

    Paran varsa öven yağcı çok olur
    Dara düşer isen hepsi yok olur
    Lafla hepsi senden daha tok olur
    Kendin pişir de ye aşını kızım

    Derdin gizli olsun kimseye deme
    Minnet gerektiren lokmayı yeme
    Kötü söyleme ki kötü dinleme
    Taşıma kimsenin leşini kızım

    Seni kıskanırlar adiler pisler
    Sever sandıkların husumet besler
    Gelir kulağına küfürlü sesler
    Kim siler gözünün yaşını kızım

    Annen ile baban veda etmesin
    Dua et onların ömrü bitmesin
    Kızların dedeye hasret gitmesin
    Dik tut asla eğme başını kızım

    Sana kinle bakan düşmeli derde
    Gariplerin ahı kalmıyor yerde
    Kalbin bir miktar babana ver de
    Akıtma Mehmedin yaşını kızım

  • Mehmet BALCI.”Zamanla”

    Zamanla ağarır senin de saçın
    Çizgilerle dolar yüzün zamanla
    Bırakıp gidiyor herkes dünyayı
    Sırayla yolcuyuz bizler zamanla

    Yıllar aldığını vermiyor geri
    Günlerim yıl oldu o günden beri
    Seninle beraber geçen günleri
    İnsan ne kadar da özler zamanla

    Kalbimi sarıyor yorgun duygular
    Yorgun olsa iyi kırgın duygular
    Gözlerime uzak oldu uykular
    Hatırlanır acı sözler zamanla

    Sen gideli döndüm kemik deriye
    Eskiden ne kaldı bir bak geriye
    Bana bir gün huzur vermedin diye
    Senin de yüreğin sızlar zamanla

    Benden uzaklarda nasıl da hürsün
    Benim bu özlemim yıllarca sürsün
    Bir gün gelir elbet sen de görürsün
    Nasıl yokuş olur düzler zamanla

    Mutluyum diyenler gelsin beriye
    Gam çekme sen mutlu olmadın diye
    Dünyanın dertleri bize hediye
    Gelip geçicidir hazlar zamanla

    Bir gün yaptığına olursun pişman
    Senin yaptığını yapmıyor düşman
    Olmadın Mehmedin derdine derman
    Yakacak kalbini közler zamanla

  • Olgun ALBAYRAK.”Millet destanı”

    Bizler bu coğrafyanın bin yıllık bekçileri,
    Asya’nın ta bağrından oba oba gelmişiz.
    Önümüzde Melikşah, dalga dalga ileri,
    Alparslan’ın gürzüyle, hisarları delmişiz.
    Anadolu sathında hem muzaffer, hem geri,
    Bazen ölü bir deniz, bazen coşkun selmişiz.

    Ehl-i Salib bilerken sömürgen pençesini,
    Kırk harami üşüşmüş sahipsiz diyarlara.
    Kılıç Arslan kükreyip duyursun gür sesini,
    Sonra kabuk bağlasın yüreklerdeki yara?
    Aleaddin uzatsın atlastan şiltesini,
    Bir ucunda Rumeli, bir ucunda Buhara.

    Böyle, ulu ağacın bağrındaki bir filiz,
    Palazlanıp boy atmış, Söğüt obalarında.
    Biz artık bir çınarız ve Selçukî değiliz.
    Kırbamızı doldurduk tekfur membalarında.
    Ertuğrul’un duası, Osman’ın rüyası biz,
    Sancağımızı açtık Haçlı semalarında.

    Bir adımlık Kosova ve ardından İstanbul,
    Kırbacını şaklatmış bakın Serdengeçtiler!
    Konstantin uyuklarken tahtında horul horul,
    Bizans’ın ahalisi sultanını seçtiler.
    Bir fethin madalyası Ayasofya’ya kurul!
    Kapısında fatihler, âbıhayat içtiler.

    Biz tuğlar yürütürdük, küfür bataklarında.
    Nidası “Allah Allah!” yetmiş iki fırkaydık.
    Kanımızı yıkarken gurbet ırmaklarında,
    Biz bize can yoldaşı, sırtımıza yongaydık.
    Hilâli sürükledik Tuna şafaklarında.
    Bir nefeste bedesten, bir konuşta saraydık.

    Tüfek icat olundu, mertlik de bozuldu ya,
    Kıtaları bürüdü isli barut dumanı.
    Eller ıslah ederken, bizler kaldık ki yaya.
    Sömürdü zalim eller, hasadı ve harmanı.
    Güneşin tam alnına değdi şeytanî maya,
    Talan etti dünyayı makinenin zamanı..

    Sonra çelik namlular doğrulmuş üstümüze,
    Kitabın son sayfası destan üstüne destan!
    Hem hariçten hem içten okunmuş kastımıza,
    Çanakkale ufkunda olmuş yürekler mestan!
    Düşman bıçak vururken kınalı postumuza.
    Sakarya’nın suyunda mühürlendi Türkistan!

  • Olgun ALBAYRAK.”Dervişane”

    Bu dünyaya niçin geldik, fikreder mi ki hiç insan?
    Körpe kucaklar anlatsın dilimizin esrarını.
    Zaman gergefini işler biz farkına pek varmadan;
    Yorgun şakaklar anlatsın dilimizin esrarını.

    Gözler vardır, kâinatta habersizdir hilkatinden,
    Gözler vardır, bir kuruşluk akçe kaçmaz dikkatinden,
    Gözler vardır, ceyhun misal, akıp gider rikkatinden,
    Kavruk topraklar anlatsın dilimizin esrarını.

    Heyhât dostum, zor bu hayat; her adımı bir meşakkat.
    Gel tarlana sabrını ek, hırslarını gübrene kat.
    Eylülde melul olursan, kışın geçer rahat rahat.
    Buğday başaklar anlatsın dilimizin esrarını.

    Bazı demler hasta olur beşeriyet âlemi hep,
    Gökten kutlu ecdat inse, dindiremez elemi hep,
    Ne yapalım, Rab Teâlâ böyle çekmiş kalemi hep,
    Salih kaynaklar anlatsın dilimizin esrarını.

    Hele gör dost, bu diyarda âbıhayat çeşmesini.
    Bineğini mahmuzlayıp, dervişane pişmesini.
    Bir nefeslik heyecanla Kaf Dağı’nı aşmasını…
    Yorgun ayaklar anlatsın dilimizin esrarını.

    Bu yol çetin ve ateşten, sergüzeşti geçenler kim?
    Serhadlerin eşiğinden Ankalara göçenler kim?
    Seraplara aldanmayan, hakikati seçenler kim?
    Kutsal varaklar anlatsın dilimizin esrarını.

    Hakikatin özü birdir, bürünse de bin kisveye;
    Kimileri bakar ruha, kimileriyse nesneye.
    Niçin ağlarız doğunca? Sorulsun delikli neye,
    Kızgın dudaklar anlatsın dilimizin esrarını.

  • Hızır İrfan ÖNDER.”Nerdesin?”

    Hazan vakti kanıyorum derinden!
    Hasretinle pişiyorum nerdesin?
    Söktün yüreğimi madem yerinden!
    Mutsuzluğu boşuyorum nerdesin?

    Ah çektikçe yanar dertli illerim,
    Sensiz üşür çölde bile ellerim,
    Hiç kimseyi sarmaz artık kollarım,
    Yalnızlığa koşuyorum nerdesin?

    Kahır yüklü bulutlara ağladım,
    Ben sinemi gece-gündüz dağladım,
    Umudumu bil ki sana bağladım,
    Ocağına düşüyorum nerdesin?

    Kasvetliyim sığmıyorum ilime,
    Uğramadın bir an olsun dilime,
    Ölüyorum inanmadın hâlime,
    Çoruh gibi taşıyorum nerdesin?

    Sükûtî’yim, ışıksızım, tansızım,
    Şaşıyorum ey yâr niçin ansızım
    Yıllar yılı neden böyle cansızım
    Ölü gibi yaşıyorum nerdesin?

  • M.Nihat MALKOÇ.”İnternet kumarhane olmasın”

    Toplumları çökerten bir kısım zararlı unsurlar vardır. Bunların başında hırsızlık, zina, alkol, uyuşturucu ve kumar gelir. Bunlara bulaşan kişilerin iflâh olması pek mümkün değildir. Çünkü bu gibi davranışlar ahlâkı zedeler. Kısa zamanda vücuda yayılan mikroplar gibi ahlâkî bünyeyi felç ederler. Öyle bir noktaya gelinir ki kişi yaptığının hata olduğunun farkına varamaz olur. Bu aşamadan sonra yapılacak fazla bir şey yoktur.

    Kumar dinimizde haram kılınmıştır. Çünkü bu gibi oyunlar tamamen şansla alakalıdır. Bu oyunlardan medet uman kişi maddî bir şey elde etmek için emek sarf etmemektedir. Yüce dinimiz İslâmiyet haksız kazancı reddetmiştir, haram kılmıştır. Kumar da haksız kazanç sınıfına girdiği için dinimizce haram sayılan fiiller arasında gösterilmiştir. Piyango, toto ve loto; hangi adla anılırsa anılsın bütün şans oyunları bunun içindedir. Bununla ilgili olarak Yüce Allah (c.c) Kur’ân-ı Kerîm’inde şöyle buyurmaktadır: “Ey iman edenler! (Sarhoşluk veren) şeyler, kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak şeytan işi birer pisliktir. Onlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz” (Mâide Suresi 90. âyet)

    Bilindiği gibi son yıllarda çıkan yasalara göre kumar oynamak ve oynatmak yasaktır. Fakat bizim milletimiz yasalara alternatif bulmakta mahirdir. Bugün herkesin yakından bildiği gibi kumarhaneler sanal ortama taşınmıştır. Artık kumarbazlar ev ortamında birkaç tıklamayla zahmetsizce ve gizlice kumar tutkularını gerçekleştirmektedirler. Ülkemizde internet yayıldıkça kumar da o hızla geniş kitleleri pençesine almaktadır.

    Maalesef kumarhane yasağı internet üzerinden delindi. Yapılan araştırmalara göre Türkiye’de sanal kumar oynayan iki milyona yakın kumarbaz bulunuyor. İnternet yoluyla oynanan kumarın bilânçosu ise milyar dolara ulaşıyor. Özellikle Türkiye’deki sitelerin, yabancı kumar sitelerinin Türkçe verdiği ilânları yayınlaması nedeniyle gençlerin kumara yöneldiğine dikkat çekiliyor. Ankara Ticaret Odası’nın yaptığı bir araştırmaya göre, Türkiye’de sanal kumar oynayan yaklaşık iki milyon kişi, yabancı kumarhanecilerin iştahını da kabartıyor. Yabancı kaynaklı internet kumar siteleri, Türkçe sayfalar hazırlayarak Türkiye’den yayın yapan sitelere Türkçe reklâm veriyorlar. 24 saat Türkçe hizmet(!) veren operatörler çalıştıran bu sanal kumarhanelerde Türklerin en çok rulet, 21, poker gibi klâsik oyunlara ilgi gösterdikleri belirtiliyor.

    Bu siteler, özellikle kumar oyunu bilmeyen gençleri hedef alarak, gençlere oyunları öğreten sayfalar da yapıyorlar. Sanal kumarhaneler, popüler dergileri de reklâm amaçlı kullanıyorlar. Yasadışı kumarın bilânçosunun bir milyar doları bulduğu belirtilirken, bu rakamın kesin olarak tespit edilemeyeceği, bu nedenle çok daha yüksek olabileceği vurgulanıyor.

    Sanal ortamda oynanan kumar, geleceğimizi tehdit eden çok tehlikeli bir düşman olarak karşımızda duruyor. Bilgisayar ve internet kullanımı yaşam kalitesinin bir göstergesi olarak gösteriliyor. Bu bir yere kadar doğrudur. Ancak bunun faydalarının yanında zararları da yok değil. ATO’nun raporuna göre Türkiye’de sekiz milyon bilgisayar, buna bağlı olarak 6,2 milyon internet kullanıcısı bulunuyor. Hanelerin yüzde 7’sinde internet erişimi var. Bilgisayar sahibi olanların çoğunluğu genç kitleden oluşuyor; bunların çoğu internet kullanıyor. DİE’ye göre kullanıcıların yüzde 41’i işyeri, yüzde 41’i internet kafe ve yüzde 32’si evde internete erişiyor.

    Yeni kumar bağımlılarının yüzde 75’ini sanal ortamda kumar oynayanlar oluşturuyor. Sanal kumarhanelerde daha çok erkeklerin kumar oynadığı şeklindeki değerlendirmeler ise gerçeği yansıtmıyor. Bağımlılar arasında bayanlar ve çocuklar başı çekiyor. Çünkü bayanlar büyük oranda dışarıdaki kumarhanelere gidemiyor. Çocuklar ise merakla başlıyor. Bir kaç kez bedava kumar oynayan gençler, sonunda paralı kumarın pençesine düşmekten kurtulamıyor.

    Raporda, işsizliğin had safhada olduğu, açlık sınırının altında binlerce insanın yaşadığı Güneydoğu’da, internet üzerinden kredi kartı ile oynanan kumar ve bahisin, binlerce insanı tefecilerin eline düşürdüğü, çok sayıda insanın iflas ettiği, borcunu ödeyemeyen pek çok kişinin de kayıplara karıştığı bildiriliyor. Rapora göre Diyarbakır’da son bir buçuk yıl içinde 200’ün üzerinde bahis oynatan yer tespit edildi. Sadece bu şehirde, haftada ortalama beş trilyon liranın bu çark içerisinde döndüğü ileri sürülüyor. Ancak kayıt dışı olması nedeniyle gerçek rakamlar bilinmiyor. Güneydoğu’da çok sayıda kişinin batmasına, yuvaların dağılmasına yol açan yasadışı bahis, şimdi de yeraltında ve internette faaliyet gösteriyor.

    Bu tehlikeli gidişi gören hükümet yetkilileri geç de olsa “Sanal Ortamda Oynatılan Talih Oyunları Hakkında Yönetmelik” çıkardı. Bu geç kalmış bir girişim olsa da hiç yoktan iyidir. Fakat bu kanunun nasıl uygulanacağı ve sanal suçluların nasıl tespit edileceği açıklık kazanmış değil. Bu yönetmeliğin amacı; talih oyunlarının kanun dışı olarak sanal ortam üzerinden oynatılmasının takibi ve denetlenmesi, ilân ve reklâmlarının önlenmesine dair usul ve esasları düzenlemektir. Maliye Bakanlığı’nın çıkardığı yönetmelik şunları zorunlu kılıyor:

    “1)Sanal ortamda talih oyunları işletmeleri kurulamaz, araç ve gereçleri ile benzeri aletler çalıştırılamaz. Her ne ad altında olursa olsun talih oyunları oynanmasına yönelik sanal ortam oluşturulamaz ve bu ortamda talih oyunları düzenlenemez ve oynatılamaz.

    2)Sanal ortam üzerinden talih oyunlarının oynanmasına yönelik gerçek ve tüzel kişilerin ilân ve reklâmları yapılamaz.

    3)Sanal ortamda talih oyunlarının tanıtılması amacıyla farklı bir görüntü ile tüketiciyi aldatıcı, yanıltıcı, istismar edici, özendirici reklâm yapılamaz.”

    Bahsi geçen yönetmeliğin yürütme kısmında “Bu Yönetmelik hükümlerini Milli Piyango İdaresi Genel Müdürü yürütür.” deniyor. İşin aslına bakılırsa bu yürütmeyi takip edecek ve yürütecek kurum da bir çeşit kumar ve şans oyunu kuruluşudur. Sanal ortamdakinden farkı yasal olmasıdır.

    Bilindiği gibi Haziran 1997’de dönemin hükümeti, otellerde faaliyet gösteren kumarhaneleri kapattı. Büyük otellerin salonlarında oynanan oyunların önüne geçildi ama bu sefer kumar evlerimize kadar girdi. Dünyanın en faydalı eğitim ve eğlence vasıtası olan interneti ortadan kaldıramayacağımıza göre sanal ortamdaki kumar sitelerini sıkı takibe almalıyız, gerekirse çökertmeliyiz. Fakat bu sitelerin çoğu yabancı kaynaklıdır. Yani düşmanın kökü dışarda… Bu işimizi daha da zorlaştırıyor. Ailelerin çocuklarını sıkı takibe alması, internette hangi sitelere girdiklerini gözlemlemesi, meseleye az da olsa çözüm olabilir.

    İnternet ortamında yayın yapan bir haber sitesinin başlattığı “İnternet Kumarhane Olmasın” kampanyasına herkesin elvermesi gerekir. Çünkü kumar ne şekilde oynanırsa oynansın, yuvaları yıkan tehlikeli bir uğraştır. Cinayetler, boşanmalar, kavgalar, öfkeler hep bu illet yüzünden çıkmaktadır. Yarınlarımızın kararmaması için gelin interneti kumar bataklığı olmaktan çıkaralım. Hayatımıza renk katan interneti iyi işlerde kullanalım. Unutmayalım ki insanlık var oldukça kötülükler ve kötüler de var olacaktır. Onlardan uzak duralım. Hayrı da, şerri de çağıran kişinin kendisidir. Hak ve hakikat dairesinde yaşayanlar, kötülüklerden ve kötülerden uzak olurlar. Allah bizleri hak ve hakikat dairesinde daim eylesin.

  • Necdet UÇAK.”Kürşad”

    Felâket bulutları çökmeden Ötüken’e
    Türk kağanı Çuluk’tu altı yüz otuz sene
    Göktürk’ün bozkurtları Çin’e akın ederdi
    Alınan ganimetler uzun müddet yeterdi
    Çuluk Kağan ölünce Karakağan baş oldu
    Kıtlık bozgun üst üste Türkün gözü yaş doldu
    Esir düştü yüz bin Türk hilelerle Çinliye
    Soruyordu bozkurtlar bunca felâket niye
    Sürüldü kadın çocuk Kağan han şad ne varsa
    Kimine ev verildi kimine tarla arsa
    Bozkırlara alışkın bozkurtlar çok zordaydı
    Saray olsa evleri gönülleri dardaydı
    Esaret dokuz yıla uzayıp ta dayandı
    Hürriyet ateşimi içlerinde hep yandı
    Kürşad tam altı çeri buldu ihtilal için
    Türk hür doğar hür ölür bunu öğreneydi Çin
    Altı iken kırk olup yeniden buluştular
    İhtilal konusunu etraflı konuştular
    İhtilal olacaktı dolunaylı gecede
    Üç gece sonraydı bu tanrı muzaffer ede
    Ant için kılıçları kavrayınca elleri
    ‘’Gök girsin kızıl çıksın deyip sustu dilleri’’
    Anlaştıkları yerde kırk yiğit buluştular
    Yağmurlu bir geceydi kıyası vuruştular
    Çin sarayını basıp ta içeri daldılar
    Ok atıp kılıç vurup sayısız can aldılar
    Çin kağanını esir almalıydı olmadı
    Yarısı düştü yere sağlam çeri kalmadı
    Kürşad çekilin dedi has ahıra vardılar
    Birer ata binerek gizli yola daldılar
    At sürdüler kuzeye yağmur hiç dinmiyordu
    Kararmıştı bahtları yüzleri gülmüyordu
    Her taraf çamur batak Vey ırmağı coşmuştu
    Ne köprü var ne geçit su sel olup taşmıştı
    Irmak boyu gittiler geçit yok düşman yakın
    Geri dön dedi Kürşad başlamıştı son akın
    Ölüm eri olup da on binlere daldılar
    Kılıçlar kırılınca yumruklara kaldılar
    Daha önce ölmüştü Yamtar’la Kara Ozan
    Teker teker düştüler sanki gelmişti hazan
    En son Kürşad kalmıştı vücudu safi yara
    Son vuruşunu yaptı artık dinmişti bora
    Hepsi de can verdiler budun kurtulsun diye
    Kimi toprağa düştü kimi kapıldı Vey’e
    Kırk yiğidin ölümü kurtarmıştı budunu
    Unutur mu milletim tarih yazdı adını
    Göktürk’ün bozkurtları gün geldi dirildiler
    Kurt başlı al sancağı Ötüken’e diktiler
    Türkün tarihi yine şanla şerefle doldu
    Elli yıla varmadan İlteriş kağan oldu

  • Necdet UÇAK.”Ebrehe ve ebabil kuşları”

    Ebrehe’nin ordusu, filleri şimdi nerde?
    Ebabiller taş attı hepsi serilmiş yerde
    Geldikleri âleme çekildi döndü onlar
    Sorma fosillerini, Ebrehe düşmüş derde

  • Necdet UÇAK.”Mezar”

    Ya cennet bahçesidir, ya cehennem çukuru
    Mayamız toprak bizim bırak artık gururu
    Mezarda sultan olsan garip olsan ne yazar
    Hepsi de bekliyorlar üflenecek Sur’u

  • ACIYORUM.”Acıyorum”

    İnternet, dijital görüntü üzerine kurulmuş bir icat; görüntü var, esas yok; aynayı düşündüğümüzde görüntü varsa, kaynağı da vardır; o zaman internetin kaynaklandığı esas ne; bu esası Rahmanî olana bağlamazsak sanal âlemde kalacağız; Rahmanî olana bağlarsak hakiki âlemle irtibata geçeceğiz; bizim hakikat ile bir irtibatımız var mı..?

    ●Birey devleti yerine Aile Devleti, narsizm yerine mütevazılık ve itmi’nana ermiş kalp; teknolojiye teslim ruhlar yerine İslam’ın iman manzumesine teslim insanın emrinde teknoloji ve icatlar…

    Bizdeki ideal nizam budur..

    ●Bir çocuk şarkısında diyor ki, “sen hiç gördün mü üç kulaklı, üç dudaklı bir adam”; insanın internet yaygınlaşalı beri bu soruya, içinden şöyle diyesi geliyor: “Evet gördüm, üç kulaklı, üç dudaklı adamlar oluyormuş meğer; inanmıyorsan, dön de (internet)e bak…”

    ●İnternet; bize eşya ve hadiselere tesir ufkunda, yeni bir sayfa açacak ulu bir muhtevaya mı erecek; yoksa mevcut muhtevayla hoyrat bir kumarbaz gibi bütün ihtimalleri tüketip, asırlar boyu kapanan kapılardan sonra, yegâne kurtuluş kapısının da yüzümüze kapanmasına mı sebep olacak…

    ●İnternet icadı üzerinden bir kar payı dağıtılacak olsa bu kar payı medyumluk, falcılık, astrologluk gibi duygu simsarlıkları olurdu herhalde…

    ●Çağ ruhî hastalıklarla dolu; bunlardan bir tanesi de, kimsenin birbirini dinlememesi; sözü kimseye vermek istememesi… Yani herkes, karşıdakinin söz söyleme hakkını gasbediyor. Söz gasbının bu çağda timsali internet değil mi?

    ●Bir yeri örümcek ağı kaplamışsa, bizde bu, hareketsizlik, köhnemişlik, bereketsizlik anlamına gelir… Dünyayı örümcek ağı gibi internetin menfi halleri sarmışsa, bu dünya için ne anlama gelir? Bu durum, topyekûn dünyanın tükenmişliğinin ifadesi sayılmaz mı?

    ●Güney Afrika’daki Witwatersrand Üniversitesi’ndeki araştırmacılar, insan beynini gerçek zamanlı olarak internete bağladı. Araştırmacılara göre, herkese açık bir web sitesine iletilen veriler aracılığıyla canlı bir şekilde beyindeki faaliyetler gözlemlenebiliyor. Proje sorumlusu öğretim üyesi Adam Pantanowitz, çalışmalarının, insanın kendi beynini ve başkalarının beynini anlamasını basitleştirmeyi amaçladığını söylüyor ve beyne, girdi ve çıktı olarak bilgi aktarımının sağlanabileceğini düşünüyor ve bütün internet bağlantılarından ayrı bir bağlantı olması gerektiğine işaret ediyor.

    İnsanları iradeleri dışında yönetme ve yönlendirme tartışmalarına ilerde beyinlerin (heklenebileceği) endişesi de ilâve ediliyor.

    Batı medeniyetinin her icadı, yeni bir problem çıkartıyor ve artan bir ivmeyle insanlığa yeni bir buhran hediye (!) ediyor.

    ●Batı toplumu ideal toplummuş gibi gösteriliyor; ama aslında içinde bulunduğu çıkmaz ile buhranda ve acınacak halde… Bununla beraber internet de bir Batı icadı olarak tozpembe bir düşmüş gibi lanse ediliyor; oysa Batı’nın tezatları yüzünden internet doğru şekilde kullanılamıyor ve aslında insanlık için düş denilen şey, kâbus halini alıyor… Bu kâbusun sonu, Batı’nın intiharı olmasın…

    ●İnternette kullanıcı sayılarına, aboneliklere, arkadaşlık sitelerine bakarsanız sanal ortamda köpürmüş bir kalabalık göreceksiniz, üstelik o kadar kalabalık içinde kimse kimseyle arkadaş değil, kimse kimsenin derdinden haberdar değil; internet kalabalığı içinde sanki elektronik bir yalnızlık var… Garip, ama gerçek olan incelik şu ki, İletişim çağında iletişememenin adı internet olmuş…

  • Mehmet HASRET.”Ağır kefe, baskın tarafı keşif”

    “Her dili bilirim; İngilizce, Almanca, (falan filân)sızca, kuş dili, beden dili, bilinmezlik dili; üstelik bunları acımasızca bilirim…”

    …bir kederi saklama biçimleri’nden bilirim…

    …“üzerine düşünülmüş bilinç”, üzerine düşünülmüş görü; bu, her şeyden farklı, başka bir ifade…

    Nereden, ne halde ve nasıl geçiyorsak, sürtünüp geçtiğimiz her anlık mekânın, onlar üzerindeki her şeyin izi kalıyor üzerimizde; üzerine düşünülen zaman gibi, geçen zaman üzerine düşünülmüş olandır belki…

    Buruşuk surat, ekşimeyi bıraksa da geride, aslında rahatlamış haliyle buruşuyor; el ele yürüyen anne ile çocuk, el ele yürüyen iki gülümseme olarak ve çevrelerindeki anlam örgüleriyle birlikte yürüyor… Ellerini bırakmış olsalar da bir an bile geride, bizde bıraktıkları geçmeli ve (geçme)siz anlam hiç değişmiyor… İç içe geçmeli anlam provokatörlüğü… Öncelik ve sonralıktan öte, hepsi bize ait olan bir zamana kalıyor…

    Gören göz, kişisel çizgilerden öte, zaman kıyılardan münezzeh anlamlarıyla onları görüyor ve işaretliyor… Herhangi bir gizli yüzde ise bu durum, en mutlu sahnenin şahitliği şeklinde gelişmiş olsa bile, derin bir umutsuzluğun, çer çöpten bir iç dünyanın yansıması olan bir çöküntü halinin dış dünyadaki dekoru oluyor…

    “…üzerine düşünülmüş bir keder midir insan yoksa…”

  • Dergi Editörü.”Son ve tek kıvılcım”

    Kardelen, bu sayıdan itibaren 7,50 lira. Kâğıt fiyatlarının fahiş oranda yükseldiği bir dönemde mecburî bir artış.

    Az sonra söyleyeceklerim, şikâyet değil durumun tespiti. Çok uzun yıllardan beri derginiz 5 liraydı. Yazı, çizi her türlü fikir veriminin telifsiz yayınlandığı, dizgisinin, kapaklarının, il içi dağıtımının gönüllülük esasına dayalı olarak ücretsiz veya çok cüz’î rakamlarla yapıldığı Kardelen’de, sadece baskı ve il dışı dağıtımının bile derginin üzerinde yazan ederinin çok üzerinde maliyetleri bulunduğunu belirtelim.

    Ama esas problem bu değil. Asıl, derdiyle dertlendiğimiz milletimizin, bütün insanlığın hali üzüyor, bizi. Okumuyoruz, okuyamıyoruz, okutmuyorlar. Hal böyle olunca tefekkür etmiyoruz, edemiyoruz. Yaradılış gayemizin uzağında, sınırlarını bizim çizmediğimiz bir hayal ve hiçlik dünyasında ömür tüketiyoruz. Gazete, kitap, dergi yani fikir, her geçen gün bizden uzaklaşıyor. Fiyat artışı bahane. Dün okumadık ki bugün bahane üretelim. Nasreddin Hoca’nın “ben senin gençliğini de bilirim” kerameti aynıyla tecelli ediyor.

    Hem dünyada, hem ülkemizde koca koca gazeteler basılı halinden vazgeçiyor. Durumu kurtarmak adına şimdilik internet sayfalarını yayında tutuyorlar. Gökteki yıldızlar kadar yalnız birkaç düşünen adamın bir araya gelip kurduğu dergiler, son sayılarıyla yayın hayatına veda ediyor. Bugünden sonra kendi imkânlarıyla kitap bastırmak ancak Don Kişotluk bir cesaret. Sayfalarımızda okuyacaksınız, az okunan gazetelerin, hiç okunmayan yazarları medyanın ölümünü ilân ediyor.

    Varsa yoksa sanal âlem. Onlarca sosyal medya kuruluşu, Allah’ın “oku” emrine muhatap insanlığı geri dönüşü olmayan acı bir sona sürüklüyor. Cep telefonları, uzun bir zamandır en yaşlımızdan en küçüğümüze hepimizin hayatının vazgeçilmezi oluverdi. Dünyaya gözünü yeni açan bebeklerin, hayata dair ilk tepkisinin cep telefonunun ekranını kaydırma hareketi olması bütün anne babaların dikkatinden kaçmıyor.

    Bu mevzuda söylenecek, yazılacak çok şey var. Ama zaten bu yazıyı okuma zahmetinde bulunan ne demek istediğimi fazlasıyla anlıyor. Okumayan için de Allah’ın yardımını ümit etmekten başka elden ne gelir.

    Yukarıda da söyledim, durum tespiti yapıyoruz. Halimize üzülüyoruz ama halimizden şikâyetçi değiliz. Bağlı olduğumuz imanın bize ayakta kalma mükellefiyeti yüklediğine ve bizi anlayacak düşünen adamların hâlâ ve her şeye rağmen var olduğuna inanıyoruz.

    Kardelen ve emsalleri, internet aracılığıyla estirilen sam yelinin çöle döndürdüğü kültür dünyamızın son vahaları. Fırtınalı denizlerin fındıkkabuğu gibi salladığı gemilerin, sığınılacak son limanları. Ve dua yerine geçmesi ümidiyle, rahmetli Üstad’ın benzetişiyle “Arsadaki odun yığının gizli bir köşesinde tek bir kıvılcım noktasıyız biz!”…

    “… arsadaki odun yığının gizli bir köşesinde tek bir kıvılcım noktasıyız biz! Odunların üstüne yıllar ve asırlardır, yağmadık yağmur, düşmedik kar kalmadı. Onları küf basmış, pas yutmuş, rutubet bürümüş; üstelik Garp dünyasının bütün kanalizasyonları bu odunların üzerine akmıştır.

    İşte, arsadaki böyle bir odun yığınının gizli bir köşesinde tek bir kıvılcım noktasıyız biz! Kim bilir hangi muazzez velinin mangalından sıçradık, hangi mübarek mü’minin fenerinden damladık, hangi muhterem mustaribin sigarasından düştük de; bu, süngerlerden daha ıslak ve çöp tenekelerinden daha kirli odun yığınının bir köşesinde karargâh kurduk.

    Bu odun yığını, uzaklarda, çok uzaklarda, ormanı temsil eden ve her gün bir ağacı daha köklerinden koparılıp mahut arsadaki yığına atılan münezzeh Türk milletinin içinde menhus bir zümredir; ve işte biz, böyle bir odun yığınının gizli bir köşesinde, tek bir kıvılcım noktasıyız.

    Dâva, bu odun yığınını, büyük ve ebedî oluş hummasıyla çatır çatır yakmak, onun alevleriyle güneşi soldurmak; ve üzerinde, kir, pas, küf, rutubet ne varsa, hepsini birden buhara çevirmek…”

    Allah, kabul etmeyeceği duayı ettirmez.

    İnanıyoruz…

    İyi okumalar…

  • Özgür Alkan ALKIŞ.”Bilgelik çağına doğru”

    İlkel çağ-Tarım ÇağıSanayi Çağı- Enformasyon Çağı-Bilgi Çağı:
    İnsanlığın üretim biçimlerine göre, avcı toplayıcı toplum, tarım toplumu, sanayi toplumu, enformasyon toplumu gibi evrelerden geçtiği varsayılıyor. Oysa bilgi çağı olarak tercüme edilen kavram Batıda daha doğru olarak enformasyon çağı olarak adlandırılıyor. Mesele, enformasyon çağından bilgi çağına nasıl geçeceğimizdir.

    İlkel toplumda, insan tabiatın verdiğiyle veya ondan doğrudan elde ettiğiyle yetinirken, tarım toplumunda ekip-biçerek daha çok üretmeyi bunu depolamayı şehirleşmeyi ve şehirli bir yönetim biçimi kurarak devletleşmeyi başarmıştır. Göçebe toplum yapısında da tarım toplumunun bir türevi olarak aslında hayvancılığa bağlı bir yaşama döngüsü üzerine kuruludur.

    Tarımsal üretimin ana girdisi toprak, hayvancılık ve kol emeği olmuştur. Sanayi toplumu döneminde, toprağın yerini sermaye malları yani makinalar ikame etmiştir. Mekanik düşünce ve bu teknolojinin ürünü olan makinalar sanayi toplumunun temel belirleyici unsuru olmuştur. Sanayi toplumunda zenginlik ve refah artışının kaynağı sermaye malları olmuştur.

    Değindiğim gibi, bilgi çağı (age of information) esasında Batıda bilgi teknolojileri yerine kavramın doğru çevirisiyle“enformasyon çağı” kavramı kullanılmaktadır. Enformasyon ise bir “haber”dir. Haber ise ne sübjektif ne de objektif bir değer yargısı içermez. Enformasyonu bilgiye dönüştüren ise yetişmiş insan kalitesi ve onun yüklendiği ahlâkî seviyedir. Enformasyon çağını bilgi çağına ve sonra bilgelik çağına dönüştürmek ana hedef olmalıdır. Ülkemizin ve dünyanın bilgi veya bilgelik çağında olduğunu iddia etmek çok safça bir iddia olacaktır.

    Enformasyon çağı, servet yaratmada (enformasyondan/haberden bilgiye dönüşerek ) bilginin öne geçtiği dönemi tanımlamak için kullanıldığında anlam kazanan bir kavramdır. Batılı düşünürlerin aceleci iddiasına göre : “maddi sermayenin yerini zihinsel sermaye almıştır. Zihinsel sermayenin belli bir yere sınırlanmayan yapısı, bütün yönetim ve toplum ilişkilerini değiştirmiştir.” Oysa enformasyonun bilgiye ve bilgeliğe dönüşüp dönüşmediği ana kriter olmalı ve hüküm buna göre verilmelidir.

    Enformasyon toplumunun araçlarından biri olarak İnternet ise yukarıda da değindiğim gibi esasında herhangi bir değer yargısı veya ahlâk içermeyen haberler toplamıdır. Bu enformasyonun bilgiye dönüşmesi sayesindedir ki üretim biçimlerini, sermaye ve kol emeğini zihinsel emekle değiştiren bir çağın unsuru olmuştur.

    Başka bir anlatımla; özü itibarıyle bir enformasyon ağı ve bir araç olan internet üzerine var olan enformasyonu “bilgi”ye dönüştürmek “bilgelik” gerektiren ve nihaî hedefi de bilgelik olması gereken bir çabadır.

    Diğer Araçlar:
    Enerji :

    İnternet bu yeni bilgi çağının ve bilgelik çağının bir aracı ve bazen de unsuru ise bundan da önemli araç ve unsurları görmezden gelmek bizleri tümüyle bir yanılgıya sürükleyecektir.

    Pek çok savaşın sebebi dünya ekonomisinin ve tüm dünya milletlerinin ana mücadele ekseni, enerji olduğuna göre, enerji alanında da bir dönüşüm bu yeni çağın ana unsuru olmak gerekir.

    Sanayi toplumlarında Batı enerji ihtiyacını karbon temelli yakıtlardan elde etti. Önce kömür akabinde petrol ve türevlerinin elde edildiği tüm coğrafyalarda savaş, kıyım ve kaos olması bu mücadele sebebiyleydi. Bunu ikame etmek için de nükleer enerjiyi kendi tekeline aldı. Batılı ülkeler dışında nükleer enerji üretimine erişimi olan ülke olmaması da Batı hegemonyasını besleyen ana temeldi.

    Bilgi çağında bu düzen sürdürülemez. Bilgi çağına ulaşıldığında Enerjinin adil üretimi, adil paylaşılması tüm çatışmaları da anlamsızlaştıracağından gerçek mânâda dünyanın ihtiyacı “enerji adaleti”dir.

    Sanayi toplumu döneminde petro karbon bağımlısı enerji, geç sanayi toplumu döneminde de nükleer enerjiyle beslendi. Ancak bu artık böyle olmak zorunda değil. Bu durumu değiştirecek yeni bilgi teknolojileri yenilenebilir enerji ve nihayetinde nükleer füzyondur. Nükleer füzyon nükleer enerjinin tersidir. Atomun parçalanması değil, güneşte milyarlarca yıldır olduğu gibi hidrojen atomunun helyum atomuna dönüştürülerek, çevreyi kirletmeyen temiz ve neredeyse sonsuz bir enerji kaynağıdır. ABD’nin MIT üniversitesinde 2018 Mart ayında yapılan şu duyurudan da anlaşılacağı gibi 15 yıl içerisinde ticari ve çalışabilir bir reaktör üretme hedefine yaklaşmış bulunmaktadır. (http://news.mit.edu/2018/mit-newly-formed-company-launch-novel-approach-fusion-power-0309) Bilgi toplumu seviyesine ulaşmış ülkelerde de çok benzer çalışmalar yapılmakta ve umut verici sonuçlar duyurulmaktadır.

    Sonsuz ve temiz enerjiye ulaşıldığında bunun, dünya devletleri, ekonomisi, toplumları üzerinde nasıl etkisi olacağı, orta doğudaki savaşlardan tutun, Arap coğrafyasındaki ABD tarafından desteklenen diktatörlüklere ve hepsinden önemlisi yeni bir çağa vücut verecek üretim biçimlerine nasıl devrim niteliğinde dönüşüme yol açacağını bilmem izaha gerek var mıdır?

    Bu dönüşüm gerçekleştiğinde yani bu bilginin nasıl kullanılacağını ve paylaşılacağını ve dolayısıyla enerjinin adil paylaşımıyla dünya barışını ve refahını sağlamak için ana unsur yine “bilgelik” olacaktır.

    Yapay Zekâ – Robotik
    Yapay zekâdan kasıt kendi kendine öğrenme ve karar verme yeteneği olan makinelerdir. Yapay zekâ teknolojileri, savunma sanayinden sağlık ve tıp, üretim yöntemlerinden tüketim biçimlerine kadar insan hayatını kolaylaştıran dönüştüren bir araç olacaktır. Şu anda bile kullandığımız pek çok, bilgisayar, telefon, otomobil, makine ve araç yapay zekânın nimetlerinden faydalanmaktadır. İnsanlığın önündeki en büyük fırsat ve en büyük tehdidin yine yapay zekâ olduğunu söylemek ve ayrı bir yazı konusunu hak eden bu konuda bu kadarıyla yetinmek yerinde olacaktır.

    Kuantum bilgisayar – Bilgi teknolojileri
    Verileri kuantum mekaniğine göre işleyen ve ileten bilgisayarlara kuantum bilgisayarı adı verilir.

    Bir kuantum bilgisayar ile normal bir bilgisayarı ayıran en önemli fark bilgi işleme şeklidir. Transistörler ve silikon yongalar kullanan klasik bilgisayarlarda, bilgiyi işlemek için ikili kod kullanılır. Bitin iki temel durumu olduğunu biliyoruz – sıfır ve bir. Bir bit sadece bu durumlardan birinde olabilir. Bir kuantum bilgisayar gelince, olay süperpozisyon ilkesine dayanır ve bit yerine kubit olarak adlandırılan kuantum bitleri kullanılır. Bilim adamlarına göre, kuantum bilgisayarlar mevcut bilgisayarlardan milyonlarca kat daha güçlü olacak.

    Kuantum bilgisayarlar, tüm bilgi işleme kapasitemizi değiştirecek. Kriptografik araçlar ve şifreleme algoritmaları yetersiz kalacak, daha önce binlerce yıl sürecek hesaplamalar dakikalar içerisinde yapılabilecek.

    Bilgelik Çağı
    Yukarıda andığım 3 temel dönüşüm insanlığın binlerce yıldır yaşadığı dönüşümlerin en keskini olacak. Daha öncekileri ıskaladık. Tarım toplumundan sanayi toplumuna geçişi ıskaladık. Bilgi toplumuna geçişi de eğitime yatırım yaparak ıskalamayalım. Bilgi toplumuna geçiş bu saydığım üç ana araç üzerine oturacak ve tarihin akışını tümden değiştirecek. Bunun için de buna uygun insan kaynağına yatırım yapmalı ve eğitim sistemimizi tümden değiştirmeliyiz. Önceki dönüşümlerde mazeretlerimiz vardı ancak bunu yapmamak için mazeretimiz ancak aymazlık olabilir çünkü bu dönüşümler için gereken kaynaklar elde edilecek faydayla kıyaslandığında çok küçük seviyededir.

    Bilgi toplumuna geçiş eğer özünde bilgelikten beslenme bilgeliğe ulaşma amacını içermiyorsa, ahlâkî temeli yoksa öncekiler gibi hem kendi toplumumuz hem de dünya için yıkıcı ve hatta yok edici olacaktır. Bilgi çağı değil “Bilgelik çağı” ana hedef olmalıdır.

  • Necip Fazıl KISAKÜREK.”Makine”

    Radyoların günlerce “anarşiyi gidermeye ve reformları gerçekleştirmeye memur başbakan namzedi” diye bahsettiği bir Başbakan, yani kötülükleri götürmesi ve iyilikleri getirmesi beklenen iddialı zat namzetlik günlerindeki konuşmalarında şöyle bir lâf etmişti:

    –Makineyi yapacak makineyi yapmak… Hedefimiz budur!

    “Makineyi yapacak makine yapılmadıkça makinenin sömürücü ve öldürücü bir şey olduğu” tezi ve “makineyi yapan makine” tabiri doğrudan doğruya Büyük Doğu’nundur ve kaynağını göstermemiş olmasına rağmen Kandıralı Nihat Bey’in bu iktibası bizce memnuniyete şayandır. Keşke bütün Büyük Doğu ideolocyasını iktibas etse de kaynak göstermese…

    Şu var ki, felsefî mânâda makineye ait bu kültüre ulaşmış olmak, makinenin mahiyetini kuşatan büyük mânâya sahip bulunmak mânâsına gelmez.

    Makinenin mahiyetini kuşatan ve kökünü Birinci Dünya Harbiyle atan büyük mânâ şudur:

    19. Asrın ikinci yarısından sonra makine terakkileri gitgide insan tahakkümünden çıkacak ve aksine, insanı tahakküm altına alacak bir mahiyet göstermeye başlamış; ve insanoğlunun azat kabul etmez kölesi makine, hususiyle Birinci Dünya Harbinin arkasından, çelikten o mankafa haliyle efendilik tahtına oturtulmuştur. Bu edebiyatı da, makineyi azizleştirme mânâsına (materyalist) Moskof dünyası körüklerken, makinenin getirdiği ruhî “dacret-sıkıntı” ve hafakanı dile getirme ve ilacını arama bakımından da (kapitalist) ve (spiritüalist) âlem harekettedir.

    İşte Nâzım Hikmet:

    “Trum, trum, trum

    Makineleşmek istiyorum!”

    Ve işte Fransız şairi (Süperviyel):

    “Binbir başlı ejderha,

    İnsan beyniyle doyan…”

    Hakikat şudur ki, makine, eski beşerî muvazeneleri silip süpürür, el işini ve sanat emeğini çürütür, sınıflar batırır ve sınıflar çıkarır, bilhassa “mâverâî-ötelere bağlı” itikatları pörsütürken, şaşkın insan ruhunda alabildiğine putlaşmış ve insan yapısı olduğunu unutturarak yeni bir insan yapma kudretinin sahibi zannedilmiştir.

    İlâhî nur yoksunu cüce şair Tevfik Fikret’in, insanı anlatırken:

    “Putunu kendi yapar, kendi tapar”

    Dediği şey, gerçekte makineden başka bir şey olamaz. Fakat o nasipsiz, bunu, Allah için söylemektedir.

    Makinenin doğurduğu buhran ona haddini bildirecek, onu zapt ve teshir edecek, hükmü altına alacak bir iman hamlesini davet ettiği halde bu hamle gösterilemedi, gösterilemeyince de putun şımarıklığı arttı; ve Almanya’da filozof (Haydeger)e (Angst filozofi-buhran felsefesi) mektebini kurduran bu vaziyet, Batı dünyasını bunalımdan bunalıma sürükleyerek İkinci Dünya Savaşına kadar geldi.

    İkinci Dünya Savaşı, faşizma ve nazizmanın, Batı dünyasını yeni bir ruh müeyyidesine kavuşturma, (Greko-Lâtin) medeniyetini yeniden eserine hâkim kılma hamlesidir ve basit siyaset plânında nasıl başlayıp nasıl bittiği malûmdur.

    Buhran ise, bir yanda kafası güya (anti materyalist), hayatı buz gibi (materyalist) Amerika; bir yanda da kafası (materyalist) ve hayatı (mistik) Rusya; her iki ülkenin hem içlerinde, hem de birbirlerine karşı belirttikleri korkunç tezat ve sahte teselli arasında, aya kadar ayak basma zaferine rağmen en cılk bir müzminlik içinde bugüne kadar geldi.

    İşte, en ince ve mahrem çizgisiyle, 20. Asrın kıymetler tablosu, istinatsız (teknoloji) ve makine; ve işte, (Greko-Lâtin) medeniyetinin son merhalesi, imanını arayan mustarip insanlık!..

    Gök gürlerken yere kapanan vahşiler gibi önünde dize geldiğimiz ve birbuçuk asırdır balını kavanoz camından yalamaya çalıştığımız Batı dünyası, en halis teşhisiyle budur; ve ne hazindir ki, biz, başıboş (teknoloji) ve makine bakımından da onun hayatına ortak olmak mevkiinde değiliz.

    Şu halde?..

    –Evvelâ makineyi yapan makineyi yapalım, montaj sanayii maskaralığından kurtulalım ve gerisini sonra düşünelim!

    Demeye getirdiğimizi mi sanıyorsunuz?

    Hayır!

    Böyle bir düşünce alıştığımız soylardan bir başbakanın görüşü kadar sığ ve basit olur.

    Bize düşen ilk iş, makineyi yapan makineyi ezbere yapmak değil, bütün mes’ut ve bedbaht macerasiyle çizgi çizgi ve nokta nokta Batı’yı tanımak, onun makineyi ve her şeyi nasıl yaptığını ve sonra eserine nasıl mahkûm olduğunu bilmek, bugün içinde çırpındığı ruh buhranını anlamak ve mahrum olduğu iman müeyyidesine sahip ve ilacına mâlik olarak (teknoloji) ve makineye kucak açmaktır.

    İslâmın emrindeki (teknoloji) ve makine:

    “–Ben insanı, eşya ve hâdiseleri zapt ve teshir etmesi için kendime halife olarak yarattım!”

    Buyuran Allahın, kuluna, azat kabul etmez köle diye verdiği terbiyeli bir hizmetçidir ve insanoğlunu burnundan yakalayıp ruhunda putlaşma ihtimaline muhal derecesinde uzaktır.

    İslâma nüfuz etmeden bu âlemde nüfuz edebileceğimiz hiçbir şey yoktur. (Türkiye’nin Manzarası, 13. Basım/Temmuz 2017, İlk Basım Tarihi: 1973)

  • Sinan AYHAN.”Yazarlık, Mezarlık veya Nazarlık”

    Bir gökyüzü varsa sözün yüzündedir…

    Ey hattat, ey nakkaş, ey kelâm yüzü; zaman bizi bul, mekân bizi keşfet; ey soy nazar bizi gözet, bizi söze getir… (TOPRAK) makamından bir harf, bir hece, bir lisan bilsek; tohum çatlasa, düşünce çatlasa, kelime, cümle çatlasa; (TOPRAK) makamına bir yol bulsak…

    Tohum olmak, yeşermek, büyümek, büyütmek; büyüme sıratından medeniyete yürümek; hakikatte ikâmet, hakikat yuvasında tekâmül…

    Bugün günlerden kendi günüm, kendime bir nazarlık, bir yazarlık aldım v( ) yakama iliştirdim; defolu olsalar eğer bunlar, kim alır bunları geri…

    “Yazar, defol” (Yazarın Defolu),

    “Nazarlık sen kal” (Nazarın Güzel Sözlü Olanı)

    Denemez mi..?

    Bir “s” çiziyorum, varmam gereken nokta ortada yok…

    Yazmak, kimilerince kendi mezarını kazmak, kimilerince kendi için bir deneme tahtası olarak düşünülüyor; birincisinde üslup hazır, pek bir keşif gerektirmiyor; ikincisi içinse kudret ve iradeye bağlı hep keşif bekleyen merhaleler; bu merhaleler geçilinceye dek, ortada üsluba dair bir iz, bir belirti yok; ancak ondan sonra üslup keşfedilmiş oluyor; aksi takdirde hiç bir şekil ve içerik hakikatine doğru yontulmuyor…

    Yazıyı örtü olarak kullanmak, her şeyin üstünü toprakla örtmek nefes alırken olmayacak bir şey; yazıyı yontmak, yazıyı yontuyla ilişkilendirmek, her şeyi açığa çıkarmak; işte yazarlığın nazarlığı…

  • Sinan AYHAN.”Hamletten (internet)e ulvi bir yol”

    (…) Kalpten kalbe bir yol, cevherimiz bu… Dalgalar üstünde gövde olan, mesafeler aşan ve muhabbete eren şey; çöle dudak olan, çöl ikliminde denizler içen… Kalbten kalbe bir yol var, evet, ama bu derin damar üzerinde muhabbetimiz kim ile…

    (…) Hamlet’te (Şekspir’in) dillendirdiği bir hikmet… Ne o; gökleri kurcalayan ilim; nasıl, Hamlet’in içine düşen haşyetle tohumlaşan bir şey gibi… Hamlet’in üzerindeki sözler… Nedir şeylerin iç yüzü ve ne ile birbirlerine bağlılar…

    Hamlet’te olan görünürden öte bir şey ve dahi bütün iç yüzlerden beri olan… Hamletçe dersek, onun bahsettikleri görünüre yamanmış acının süsleri sadece… Hamlet’in muhabbeti bir kalb üzere, eşyadaki hikmetli yüzle…

    (…) Hamlet”in sesi, babasının hayaletinin peşinde…

    İster iyilik perisi, ister cin; “konuşmaktır niyetim seninle ey hayalet..!”

    “Yürü” kale burçlarına gömülü, babanın sarp görüntüsü, “kimsenin duymadığını ben duyacağım, tıpkı kimsenin görmediğini gördüğüm gibi…”

    Babanın intikamı Hamlet’in boynuna borç…

    Hamlet’in kahin ruhu, ötelerden alıp gizli haberi, vicdanları eritti… “Sakın” dedi Baba’nın sırlı görüntüsü, “annene bir şey yapma, onu göklere bırak…”

    Hamlet’in muhabbeti kim ile… Hamlet kim ile muhatap…

    (…) Hakikat, peşine düştüğümüz yegâne kurulmaya değer nizamın ölçüsü…

    İpek döşeklerde beslenmiş ışıkların değil, belki her yanını diken bürümüş loşlukların üzerimizde karargâh kurduğu ürpertilerin işi…

    Zamanı kurcalayacaksın ve ondan dökülecek kalbten kalbe giden yolun zırhı… O zırhtan nasipli olacaksın…

    (…) Mustafa Akkad nasıl bir ruh idiyse, bir muhabbeti olmuş zamanla…

    Nasıl müslüman ki O, okuduğu Amerikan üniversitesinden istediği mescit, bir dava adamının zamana bıraktığı bir hediye olmuş…

    Muhabbetin ötelerle kurulmuş ise, namus senin aynan; sen bir meselesin… Sen bir mesele, bir dava olmanın gövdesisin…

    (…) Çağrı filmini izlerken Akkad’ın ilmini düşündüm, mesaj olan ilmini…

    Taif sahnesi… Hz. Peygamber’in (SAV) hüznü…

    Küfür, her icadı fırsat biliyor, İslâm’ı taşlamak için… Aklıma gelen bu…

    Her icat İslâm’ı kötülemek için bir taş…

    İmana düşmanlık başka ne gerektirir…

    Ama hakikate bağlı olmayan her icat, belli bir süre taş görünse de, zamanın koynunda toz olmaya mahkûm…

    Ölümden sonrasına bir dirilik ilacı olamayan icat , (Hamzalar)ın karşısında devrilip gidiyor…

    (…) (İnternet) ve üzerine kurulan (dijital dünya), her icadın muhtevasında olduğu gibi müspet ve menfi tarafı olan icatlar… Bir bıçakla katil de olabilirsin; gökyüzü ışıltılarını kollayan bir parıltı aşçısı da…

    Muhabbetiniz hikmetle ise elinizdeki bütün taşları bırakır; iman bahçelerinin bereketiyle uğraşırsınız; size düşen bahçıvanlık nur yolunda böyle bir hamledir işte…

    (…) Taşın parçaladığı yerlerden ziyade, taşların birleşe birleşe kurduğu kale bizim mecramızda can bulur… Hak ile batıl savaşında, müspetler ve menfiler kendini göstermekte…

    Ne yaparsa yapsın küfür, olup biten her şey, icatların müspet çevresine evrilecek; zaman ve mekâna medeniyet diye hikmetle, hakikatle bağlantılı muhabbet şehirleri kurulacak… İcat fanusunun içinde, ışık mürekkebiyle yazılmış böyle bir senaryo saklı…

    İşte bütün müspet menfiler arasında sıyrılıp gelen Hamlet’in hayaleti, bir hikmet pergeli çizilerek zamanı minelemekte ve o hikmetin kuşattığı çevreden belki, (internet) diye bir icat doğmakta…

    Kasvet propagandacılarına rağmen, Hamlet’ten (internet)e ulvi nişanlara gebe, ulu menziller var… Ve bizim kolladığımız ışıklar bu ufuktan fışkıracak, yalnız bu cevhere sahip ufuktan…

  • Sinan AYHAN.”Dijital (Hermeneutik-Yorumbilim) ve İnternet Rafeal CAPURRO nun Makalesinden Alıntılar…”

    Günümüz toplumlarında; siyasî, hukukî, askerî, kültürel ve ekonomik sistemleri, dijital iletişim ve bilgi ağlarına bağlayan insanî kararlar arasındaki kopukluklar, üstesinden gelinemeyecek sorunları da beraberinde getirmiştir. Belki de bu durum, yorumlama ve iletişim meseleleriyle ilgili felsefî bir teorisi olan (hermeneutiğin-yorumbilimin), yirminci yüzyılda, insanlığın metodolojisi ve insan varoluşunu anlama noktasında, neden ona karşı akademik ilgisini yitirdiğinin bir delili olmuştur. Santiago Zabala, “Modernitenin Sonu” adlı kitabında; felsefî hermeneutiğin kurucu babası Hans-Georg Gadamer’ı ölçü alan Vattimo’dan şu cümleleri aktarıyor:

    “Vattimo (hermeneutiki) düşüncenin ortak dili olarak adlandırmıştır… Yani Heidegger ve Wittgenstein’dan sonra ve dahi Quine, Derrida ve Ricoeur’dan sonra felsefî düşüncenin ruhunun her yere yayıldığı ortak bir dil; neredeyse evrensel felsefî bir dil, bir lehçe diye…”

    Post-modern Kültürde Nihilizm ve Hermeneutikler Vattimo, bilgisayar bilimlerinin modernite ile post-modernite arasındaki farkın bu yolla oluştuğunu belirtmektedir. Hermeneutik, günümüzde dijital teknolojiden, dijital hermeneutik dediğimiz yapılara kadar çetin zorluklarla karşı karşıya… Felsefede yeni bir akılcılığın yaratılmasına yol açan her devrimci dönüşüm, genellikle olağanüstü bir bilimsel veya teknolojik atılımdan kaynaklanmaktadır. Günümüzün küresel ve interaktif dijital ağı olan İnternet de budur.

    İnternet’in (hermeneutiklere) yönelik meydan okuması, öncelikle, bilginin üretilmesi, iletilmesi ve yorumlanması için sosyal olarak ortaya konması ile ilgilidir. Bu meydan okuma, genel olarak teknolojiye ve özellikle dijital teknolojiye ilişkin hermeneutiğin “sözde-eleştirel reddi”nin sorgulanmasını gerektirmektedir. Dijital meydan okumaya karşı (hermeneutiğin), dijital teknolojinin temellerini ve insan varoluşuyla etkileşimini anlamak için “üretken bir mantık” geliştirmesi gerekir. Üretken bir mantık, belli bir bilimin yerleşik “öz-anlayışını”, hermeneutik durumunda, ana kavramlarının gözden geçirilmesini üstlenmek ve varoluştaki sıçrama gibi yeni bir araştırma alanı açığa çıkarmak için “ileri doğru atlar”. Bu zorluklar ile ilgili bazı güncel çalışmalarda, bazı istisnalar dışında bir körlük mevcuttur. Bu istisnalara örnek olarak Mallery ve arkadaşlarının düzenlediği “Yapay Zekâ Ansiklopedisi”, çağdaş (hermeneutiğin) önbilgisel doğası hakkında bahsederken “hermeneutik ve yapay zekâ hakkında fikirlerin yeniden düzenlenmesi ve iyileştirilmesi”nin gerektiğini ifade eder.

    İnternet ve özellikle de World Wide Web (Dünya Çapında Ağ) 1990’ların ortalarında bir sosyal interaktif bilgi ve iletişim teknolojisi haline geldikçe, (yorumbilimcilere) olan meydan okumasının önemi daha da belirginleşti. Vattimo’nun “estetik pasifizmine” adanan yakın tarihli bir çalışmasında, Avusturyalı filozof Wolfgang Sützl, teknolojik bilginin, modern iletişim teknolojisine karşı modern bir teknoloji konsepti ile çalıştığını söylüyor. Vattimo’nun 1996’daki Felsefe, Siyaset ve Din’e dair yazısını şöyle aktarıyor:

    “Meseleyi sadece en yüksek risk ve olumsuzluk olarak değil, aynı zamanda Varlık olayının ilk aydınlatması olarak görme olanağı, modern teknolojinin iletişimsel bir keşfi ile ilgilidir. Ne Heidegger ne de Adorno bu adımı attı. Her ikisi de modern teknolojiyi, motorun modeline, mekânik teknolojiye dayalı olarak düşünmüştür: Bu model, mutlaka merkeze göre çevrenin pasif bağımlılığı fikrini ifade eder…”

    Motorun, sosyal inşanın süreci için bir metafor olarak öncü modern ön anlayışı, teknoloji olarak anlaşılan ve iletişim aracı olarak kullanılan ağın yerini almıştır. Vilém Flusser, kitle iletişim araçlarının ezici gücü ve hiyerarşik yapıları göz önünde bulundurulduğunda, insan etkileşiminin diyaloglar hainde sürdürülen formları konusunda kuşkuluydu. Öldüğü zaman, 1991’de başlayan İnternet’in etkisini öngöremedi. Richard Rorty’ye göre Vattimo’nun felsefî düşünceye en belirgin katkıları, Internet’in genel olarak bir şeyler için bir model oluşturduğu önerisidir – Dünya Çapında Ağ’ı düşünmek, yani bir bakıma ilişki ağını değiştirmek, her şeyi sürekli olarak görmemize yardımcı olarak, Platonik özcülükten, altta yatan doğa arayışından kurtulmamıza yardımcı olur. Bu modelin benimsenmesinin sonucu Vattimo’nun “zayıf bir ontoloji veya daha iyisi, varlığın zayıflamasının ontolojisi” olarak adlandırdığı şeydir. Böyle bir ontolojinin, “liberal, hoşgörülü ve demokratik bir toplumu ortaya koymak yerine, otoriter ve totaliter bir yapının felsefî nedenlerini sağladığını ileri sürer…

    (Hermeneutik) bugün, yalnızca toplumun her seviyesinde değil, aynı zamanda insanın kendi kendini anlayabilmesi, yani gerçekliğin dijital yapısının ontolojik veya varoluşsal temeli ile ilgili olarak da “internet”in etkisi ile yüz yüze gelmektedir. Biz, “orijin-köken” terimini sadece güçlü bir metafiziksel anlamda kullanmıyoruz; Vattimo (hermeneutiğinin) dediği gibi, özellikle dijital güç temelinde gerçekliğe hükmetmek için mantıklı ve mantıksız hırsları sorgulamayı mümkün kılan, zayıf köken bilgilerini kurcalayabileceğimiz bir platform olduğu düşüncesini de takip ediyoruz.

    (Dijital yorumbilim) açısından yeni olan nedir? Modern teknolojinin tek bir zayıflama sürecinin iki tarafını ele aldığımızı düşünüyoruz. Bir tarafta kendini kısmen kontrol edebilen bir ağ içinde bulduğu tercümanın zayıflaması söz konusudur. İnternet söz konusu olduğunda, politik ve ekonomik önemi, örneğin hükümetlerin, özellikle de demokratik olmayanların çıkarları gibi, bu ortamın düzenlenmesini, veri filtrelemesini ya da iteatkâr internet kullanıcıları, vs… İnternet yönetişimi meselesi, örneğin trafikle ilgili olarak özgürlük ve yönetmelik meselesinden daha az önemli değildir. Öte yandan, bilişim teknolojisi, Avrupa modernitesinin oluşturduğu özerk bakış açısına göre, “insanlığın birbiriyle iletişimi” ile ağa bağlı özneler, bir tezatlar üzerine kurulu olduğu sürece zayıf temelli bir teknolojidir. İnternetin, bazı siber-peygamberlerin iddia ettiği gibi aykırı hiçbir merkezi noktası veya nihai hedefi yoktur. Zaten milyonlarca insanın günlük yaşamının bir parçası internet; dolayısıyla onların bedensel varlıklarına entegre olmuş durumda. Teknolojiyi değiştirdiğimiz doğruysa, teknolojinin bizi dönüştürdüğü de doğrudur. Bu dönüşüm, bedensel deneyimin kalbidir. “Bizler bedenleriz – ama bu temel kavramda, bedenlerimizin teknolojilerle olan ilişkilerimizde sık sık ortaya çıkan inanılmaz bir esneklik ve çoklu form düzeyi olduğunu da keşfederiz. Biz çünkü bu çağda, çoklu teknolojilerden mürekkep organlarız.”

    (Hermeneutiğin) dijital çağdaki görevi iki yönlüdür, İlk görev, dijital kodun, özellikle toplumsal olan her türlü süreç üzerinde hangi etkiye sahip olduğu sorusuna yol açar. Bu bağlamda, (dijital hermeneutiğin), küresel dijital ağın altında yatan davranış kurallarına, diğer sosyal sistemlerle ve doğal süreçlerle etkileşimi de dâhil olmak üzere, etik olarak algılanan bilgi etiğinin özünde yer almaktadır. İkinci görev ise, insanın kendi varoluşsal boyutlarında, özellikle de bedenlerinde, özerkliklerinde, zaman ve mekânda icra ettikleri ve yaşama biçimlerini, ruh hallerini ve anlayışlarını anlamada, kendi kendilerine yorumlanmasına ilişkin dijital görevi ifade eder. Dünyaya bakış, sosyal yapıların inşası, tarih anlayışı, hayal gücü, bilim anlayışları, dini inançlar gibi…

    Dijital çağda kim var? İnsanlığın dijital kod aracılığıyla dönüştürülmesi ne anlama geliyor? Epistemolojik, ontolojik ve etik sonuçları nelerdir? İnsan kültürleri nasıl melezleşir ve bu melezleme, doğal süreçlerle etkileşimi ve dijital ekonomideki her türlü yapay ürünün üretimi ve kullanımı ile etkileşimini nasıl etkiler? Bu sorular (klâsik yorumbilimin) ufkunun ötesine geçerek, klâsik yorumlamanın bir teorisi olarak ve (klâsik felsefî hermeneutiklerin) ötesinde, dijital teknolojinin yaygın etkisinden bağımsız olarak insan varoluşu hakkındaki soruyu ele alır. Her şeyden çok daha az bilinen bir “yaşam alanı” olan bir dünyada yaşıyoruz. Zorlu emek ve yoğun ter gerektiren sıkıntılı bir alan haline geldik. Agustinus’un dediği gibi “zorlukla piştik, zorlukla meydana geldik”… Lakin (Hermeneutik), dijital teknolojinin (ontik-varlık) ve (ontolojik-varoluş) olarak bakımını yapmazsa, dijital dünyanın yaşamımız üzerindeki ezici etkisi bizi yanlış bir mecraya sürükler.

    (Kaynak: Capurro Rafeal.: Digital Hermeneutics, http://www.capurro.de/digitalhermeneutics.html, 11.09.2018)

  • Sinan AYHAN.”FELÂKETİN KAPISINI ARALAYAN EL”

    İnternet ve kapitalizm iki, iç içe döngü haline geldi ve aynı zamanda bütün insanlık üzerine tasarlanmış (matruşka)dan kötü niyetleri modern zihinlerde besleyen, çağın iki uç noktası oldu… Ve sonuçta, sadece endüstri hammaddesine dönüşen maddî, manevî her şey…

    Çokluk, haysiyete galip geldi…

    Adorno’nun 1936 yılında Walter Benjamin’e yazdığı mektupta geçen ifadeler…

    “Yüksek sanat da, sınaî biçimde üretilmiş tüketici sanatı da, “kapitalizmin damgasını taşır, ikisi de dönüşüm unsurları içerir… Bu ikisi, bir araya geldiklerinde yetemedikleri tam bir özgürlüğün birbirinden ayrılmış iki yarısıdır.”(Adorno, Theodor W. .: Kültür Endüstrisi-Kültür Yönetimi, İletişim Yay., Çev. Nihat Ünler-Mustafa Tüzel-Elçin Gen, 6. Bsk, syf. 11, 2011)

    Bir hilkat garibesi olmaya doğru giden “modern insan”, yani o kadar teknolojik hadise ve icat karşısında makyajı dökülen ve cüzamlı yüzü ortaya çıkan insanlık, son merhale olarak artık özgürlüğü kaybettiğini, tükenmek üzere olduğunu itiraf etmekte; her icatta olduğu gibi batı zihniyetiyle “idea” tılsımını iptal etmiş internet de, artık bünyede cerahatleşmenin kronik timsali olarak batış sahnesinde yerini almaktadır…

    BATIYI ÖLÜME GÖTÜREN İŞARETLER VE RUH YANGINI
    “Yakmak bir zevkti.

    Bir şeylerin yendiğini görmek, karardığını ve değiştirildiğini görmek özel bir zevkti. Pirinç hortum başı yumruk olmuş ellerindeyken, bu büyük piton zehirli kerosenini dünyaya tükürürken, kendisinin başı kanla zonklarken ve tarihin paçavraları ile kömürleşmiş kalıntılarını alaşağı eden elleri tutuşturmanın ve yakmanın tüm senfonilerini çalan muhteşem bir orkestra şefinin elleri gibiyken. Hissiz başında 451 numaralı sembolik kaskıyla ve gözleri şimdi olacakların düşüncesiyle turuncu alevlere bürünmüşken ateşleyiciyi çalıştırmasıyla birlikte ev akşam göğünü kırmızı, sarı ve siyaha boyayan obur bir ateşle havaya sıçradı.” (Bradbury, Ray .: Fahrenheit 451, İthaki Yay., Çev. Dost Körpe, 1. Baskı, syf. 23, Mart 2018)

    Fahrenheit 451’in çığlığı; kitap düzleminde yerle bir edilen insanlık verimleri… Benzetiş artık hakikattir; yangın her yanı sarmıştır…

    Ve “Yanan ve Yakılan Kitabın” dumanından internet ve dijital dünya, bir bakıma sihirbaz bir ejderha doğmuştur… Şifa yeri değil, daha çok zebanilerin insanlığı karşıladığı cehennem kapıları gibi insanlığın aklına, belleğine ve duru görüsüne, çok katmanlı bir virüs iştahı çöreklenmiştir… Lakin burada küllerinden doğan bir “anka kuşu” yok, saçından ayak tırnağına kadar izzeti, seciyesi ve fıtratı yok edilen bir insanlık var…

    KONFORLU TUZAK
    2016 yılında, “El Pais” gazetesine verdiği mülakatta sosyolog, filozof Zygmunt Bauman internetin ve sosyal medyanın nasıl bileşke olduğunu ortaya koyuyor… Konforun ateşlediği isyan… Ama sadece, insanın kendi kutlu varoluşuna mal olan isyan…

    SORU: “İnsanların sosyal medya aracılığıyla yaptıkları, “klavye aktivizmi” denen protestolara karşı hep şüphecisiniz ve internetin bizi ucuz eğlenceyle aptallaştırdığını söylüyorsunuz. Sosyal ağların insanların yeni afyonu olduğunu söyleyebilir miyiz?”

    CEVAP: “Kimlik doğduğun bir şey olmaktan çıktı ve bir göreve dönüştü: Kendi cemaatini kendin oluşturmak zorundasın. Ama cemaatler yaratılmaz; bir zümreye ya aitsindir, ya değilsindir. Sosyal ağların yaratabileceği şey bir alternatif (ikame). Cemaat ile ağ arasındaki fark şu: sen bir cemaate aitsindir, ama ağ sana aittir. Dizginler elindeymiş gibi hissedersin. Dilersen arkadaş eklersin, dilersen silersin. İlişkin olan önemli insanların kontrolü senin elindedir. Sonuç olarak insanlar kendilerini biraz daha iyi hisseder, çünkü bireyci çağımızın büyük korkusu yalnızlık, terk edilmişliktir. Ancak internette arkadaş ekleyip çıkarmak o kadar kolaydır ki, insanlar sokağa çıktıklarında, işe gittiklerinde, mantıklı bir etkileşime girmeleri gereken çok sayıda insanı bir arada bulacakları herhangi bir yerde gerekli gerçek sosyal becerileri edinmeyi başaramazlar. …Esas diyalog sizinle aynı şeylere inanan insanlarla konuşmak değildir. Sosyal medya bize diyalog kurmayı öğretmiyor, çünkü anlaşmazlıktan kaçınmak çok kolay. Ancak insanların çoğu sosyal medyayı bir araya gelmek veya ufuklarını genişletmek için değil, tam tersine, kendilerine kendi seslerinin yankıları olan sesleri duyacakları, kendi yüzlerinin yansıması olan yüzleri görecekleri bir konfor alanı yaratmak için kullanıyor. Sosyal medya çok kullanışlı ve keyifli bir tuzak.” (Vesaire, https://vesaire.org/zygmunt-bauman-sosyal-medya-bir-tuzak/, 01.09.2018)

    İNTERNET, DİJİTAL DÜNYA, SOSYAL MEDYA KURGULARI
    “Sadece otuzdört katlı yerden bitme gri bir bina. Ana girişin üzerinde şu sözcükler, LONDRA MERKEZ KULUÇKA VE ŞARTLANDIRMA MERKEZİ ve üzeri kaplanmış olan Dünya Devleti’nin sloganı, CEMAAT, ÖZDEŞLİK, İSTİKRAR.” (Huxley, Aldous .: Fahrenheit 451, İthaki Yay., Çev. Ümit Tosun, 3. Baskı, 2002)

    “Cesur Yeni Dünya” kitabına böyle başlar, Huxley… Alfa, Beta, Delta, Gama, Epsilon türlerinden mürekkep bir insanlık, köşeye sıkıştırılmış bir insanlık olarak işaretlenmekte ve hikmet levhasında kabaran manzara insanlığı kötü bir sonun beklediğini ona telkin etmekte…

    Bir soru… İnsanlığın fıtratının bozulması bağlamında, “internet” ve onun etrafında kümelenen yeni bilgi uzayı, acaba “dünyanın tek devlet olması” için bir algı manipülasyonu aracı olarak mı kullanılmakta…

    Bizce, şer odakları bu devrede her şeyi yıkma ve kendi şer düzenlerini ortaya koymakta zirve yapmış durumda… Ve internet, dijital dünya ve yapay zekâ hatları, şer niyetin kendini amansızca sergilediği en kuvvetli kanal, buna bir dur demenin zamanı geldi de geçiyor…

  • Ali ERDAL.”YARATICI ve İNSAN”

    Her şeyi (vardan değil) yoktan var eden Kâmil Kudret; her mahlûkuna had tayin etmiş, sınır çizmiş… Işıkla, sesle, renkle, zamanla, gıda ile, dozla, görülmeyle, görmeyle, duymayla, hislerle, içgüdülerle, ölümle, miktarla, soğuk ve sıcakla, iklimle, mesafe ile eşya ile vesaire… Her türe kendine has yaşama şartları… “Şüphesiz Biz her şeyi bir ölçüye göre yaratmışızdır.” (Kamer; 49).

    Meselâ ışık… Ne büyük nimet… Görmeyi sağlıyor… Ama belli bir volttan sonrası karanlık tesiri yapıyor. Halbuki biz, daha fazla ışık, daha iyi görmek diye düşünürüz. Belli bir volttan sonrası, daha iyi görmeyi sağlaması bir yana geçici körlük yapıyor. Haddini aşmış ışığa bakmakta ısrar eden, gözünden olur. Demek ki “El Muktedir” aynı şeyle hem görme nimeti veriyor hem sınır çiziyor… Dilediği gibi tasarruf eden ve her şeyi kolayca yaratan… Kudretine nihayet olmayan… Demek ki bir şey, şartlara göre hem fayda, hem zarar olabiliyor.

    Sınırlama, her varlığa ve ayrı ayrı… Biz önümüzde belli bir açıyı görebilirken, bukalemun 360 dereceyi kontrol edebiliyor. Üstelik bunu iki gözü ile ayrı ayrı yapabiliyor… Bize uzaktaki eşya küçük görünüyor, kartal yükseklerden yerdeki istediği noktayı zum yaparak daha büyük ve net görüyor, yılan 2 metre ötesini göremiyor, üstelik sağır da… Köpek bizim duymadığımız sesleri duyuyor; koku üstünlüklerinin ne kadar faydalı olduğunu haberlerde görüyoruz, duyuyoruz. Soğuk da, belli bir dereceden sonra hissedilmiyor; ama şiddeti artınca hayatı sona erdiriyor. Ateş sayesinde sıcak yemek yiyebiliriz; ama kontrolden çıkan ateş, her şeyi kömür ediyor, ormanları kül haline getiriyor. Aynı maddenin farklı dozları, birbiri ile alâkasız tesirler meydana getiriyor. Kopya yok, tekrar yok; her yaratması orijinal. “Es Samed”… Hiçbir şeye muhtaç olmayan ama herkesin muhtaç olduğu Kâmil Kudret; İmam-ı Rabbânî’nin buyurduğu gibi, kanununu koymuş:

    “HADDİNİ AŞAN ZIDDINA DÖNER!”…
    Her mahlûk değişik şekillerde sınır içinde… Her mahlûk ihata edilmiş. Kimisi için sıcak iyi, kimisi için soğuk… Birine hayat veren, bir başkasına ölüm… Yarasaya ışık lâzım değil, bize şart… Renkli ve siyah beyaz görenler… Hiçbir şey haddini aşamaz. Kimse tayin edilenin dışına çıkamaz, ihata duvarlarını aşamaz. Her şeyi kusursuz yaratan “El Bâri”; her varlığa bir mekân, bir zaman ve bir rızık tayin etmiş. “…yerde bir debelenen yoktur ki nasıyesini O tutmuş olmasın, şüphe yok ki Rabbim doğru bir yol üzerindedir.” (Hud, 56).

    Her mahlûk, kendisine tayin edilen dünya içinde… Yaratıldıklarından beri; inek süt verir, arı bal yapar, örümcek ağını örer, salyangoz saldığı sıvı ile dik duran ustura üzerinde yürüyebilir, kartal zum yapar, bukalemun renk değiştirir, ateş böceği ışık saçar, mürekkep balığı renk püskürtür… Zürafa göklere uzanır, solucan yer altında sürünür. Ayı iri, karınca ufak… Yaratıldıklarından beri yılan soğuk, aslan heybetli, at sevimli, fare ürkütücü… Vesaire… Yaratıldıklarından beri çınar yaprağı el, çam yaprağı iğne gibi… Kavak uzun, ot kısa… Trenin ray üzerinde gitmesi gibi, kendilerine çizilen hayatı yaşar her şey… Kimse rayından çıkamaz… Kimse yüce Yaratıcı’nın çizdiği kaderin dışına çıkamaz. “O öyle Allah’tır ki vücuda getireceği her şeyi hikmeti muktezasınca takdir edendir. Onları var edendir. Varlıklara suret verendir. En güzel isimler O’nun. Göklerde ve yerde ne varsa (hepsi) O’nu tesbih (ve tenzih) eder. O galib-i mutlaktır. Yegâne hüküm ve hikmet sahibidir.” (Haşr, 24). “Ol!” demesi yeter. Kim ne yaparsa yapsın, hüküm sahibi O’dur. Dilemiştir: Çiçek güzelliğinin farkında olunacaksa da olunmayacaksa da açar; tohum, toprağa gömülecek olsa da olmasa da geleceği üzerinde taşır; ağaçlar, kıymet bilinse de bilinmese de meyva verir. Bütün bunların tek bir izahı olabilir, başka bir izah olamaz: Yaratılanlar, yaratanını zikrediyor. Her şey hal diliyle zikir halinde. “Göklerdeki ve yerdeki her şey Allah’ı tespih etmektedir. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Haşr, 1). İnsanlığın Kılavuzu, Peygamber Efendimiz buyuruyor: “Nice binilen hayvan vardır ki sırtına binenden daha hayırlıdır ve Allah Teâlâ’yı ondan daha çok zikretmektedir.”

    Yalnız insan!.. Evet, yalnız insan!.. Yüce yaratıcının lütfuyla ve O’nun verdiği nimetler sayesinde sınırlarını zorlar… Odada hapis kedi gibi duvarları tırmalar. Yeni imkânlar ve yeni yaşayışlar peşinde koşar… Ölümsüz olmak ister… Öteleri merak eder, var oluşu ve var edişi sorgular… Sebepler ve sonuçlar üzerine düşünür… Dünü araştırır, yarın için hayal kurar… Sorar sorgular… Tavır alır… Kızılötesi, morötesi ışınları, röntgen dalgalarını araştırır, faydalanır. Kendi frekansının altındaki ve üstündeki sesleri de duymak ister. Görünmeyeni görmek ister. Yerine göre görünmez olmak ister. Başka renk ve boyutları araştırır. Yıldızlara ulaşmak ister. Hayal kurar, plân yapar, tasarlar ve uygular… Hedefine ulaşmak için eşyayı (her şey) kullanır. Bütün varlıkları aşmak; onlardaki üstünlüklere de sahip olmak ister… En küçük zerreden, en uzak yıldızlara gezeğenlere, sistemlere kadar her şeyi emrine almak ister. Düşünür, akıl eder, tercihler yapar, buluş sahibidir, keşfeder, icat eder. Başarısız olsa da vazgeçmez.

    İşte insan bu!.. Arama iştiyakı, bulma neşvesi… Düşünme, akıl etme, tercih etme, bulma, keşfetme, icat etme… Bu sayede bütün varlıkların üstünde. Her şeyi yoktan var eden ve her şeyi kendisini zikreder yaratan; bir de vardan var edebilme kabiliyetinde ve yaratıcısını iradesiyle arayacak ve O’na iradesiyle itaat ve ibadet edecek bir varlık yaratmayı irade etmiştir… Sınırsız Kudret, sınırlı irade yaratmayı murat etmiştir. İşte insan bu; rey sahibi varlık!.. “Sonra onu düzeltip tamamladı. İçine ruhundan üfledi. Sizin için de kulaklar, gözler, gönüller yarattı. Ne az şükrediyorsunuz?” (Secde, 9).

    Maddî ve manevî bütün gelişmeleri insanın, bu sayede. Arama iştiyakı, bulma neşvesi… “Ben insanı, eşya ve hâdiseleri zapt ve teshir etmesi için kendime halife olarak yarattım.”… Bu sayede bütün varlıkların üstünde… Her şeyi yoktan var eden, her şeyi kendisini zikreder yaratan, günah işlemez ve hep ibadet halinde varlıklar yaratan; bir de vardan var edebilecek, iradesiyle ve aşkla kulluk edecek bir varlık yaratmak irade etmiştir.

    İTAAT ETMELİ DEĞİL MİDİR?
    Öyleyse, o varlık, mutlak itaat halinde yaratabilecekken, inanma ve inanmamada serbest bırakana; daha çok ve daha bir sadakatle inanmalı değil midir? “Göklerde ve yerde bulunanlar da onların gölgeleri de sabah akşam ister istemez sadece Allâh’a secde ederler.” (Ra’d, 15). Madem onlardaki üstünlükleri kazanmak istiyor, onların zikrinden de ibret almalı değil midir? Tabiatı, kâinatı, mahlûkatı bu idrakle incelemesi icabetmez mi: “Allâh’ın yarattığı herhangi bir şeyi görmediler mi? Onun gölgeleri, küçülerek ve Allâh’a secde ederek sağa sola döner.” (Nahl, 48). Her varlığı kuşatanın; kendisini de, “cüz’i irade” vererek nasıl kuşattığını görüp, ona göre minnetle itaat etmeli değil midir? Kendisini üstün yaratan iradenin neyi murat ettiğini anlayıp ona göre yaşamalı, emrine verilen kâinatı ona göre kullanmalı, bütün ameliyesini ona göre yapmalı değil midir? Bütün buluşları, keşifleri, icatları, tercihleri, vardan var ediş kapasitesi bu arama iştiyakı ve bulma neşvesi sayesinde olan insan; maddî ve manevî bütün yaptıklarını o ilâhî iradenin emrine göre yapmalı değil midir? Kendine hasredilen yeryüzünde (hattâ kâinatta) emrine verilen canlı cansız her şeyi, bu ahlâkla kullanmalı değil midir?

    DEĞİLDİR (!)
    Değildir (!)… Kâinat bir kâse süt, insan da kaymağı… Kaymağın; bir ayrıcalığı ve üstünlüğünü bilerek yaşamaya hakkı olmalı… Haddini aşmak diye bir şey söz konusu olmamalı… Haliyle haddini aşarsa, zıddına döneceği, yani âsi olursa canavarlaşacağı da söz konusu olmamalı. Yaratılmışların en üstünü olduğuna göre her varlığın imkânlarını aklı, kabiliyetleri ve kapasitesi ile aşabilir… Bu aklınin müktesep hakkı… İhsan değil, lütuf değil, ikram değil… Çalışır, kazanır. Her buluşundan, keşfinden ve hele icadından sonra burnu biraz daha havada olabilir. Onları ortaya koyarken de, kullanırken de hiçbir müeyyideye muhatap olmamalı. Faydalanır, o kadar… Tabiî olanların yerine sentetiğini yapabilen hesap vermez. Tohumlarla, genlerle, varlıkların gelişmeleri ile oynayan havalara girebilir, gururlanabilir, hattâ kibirlenebilir. Faydanın nerden, neden, kimden geldiği, ne olduğu mühim değil. Tufandan, yaptığı yüksek evlerde korunur, dağların üstüne çıkabilir… Sert rüzgârları disiplin altına alabilir, fizik kanunlarını bilir ve yaptıkları ile gökte uçabilir, mağma tabakasında piknik yapabilir. Muhatap kabul edilmenin ne büyük nimet, lütuf ve ikram olduğunu; her şey insan için olduğuna göre, gündemine almayabilir.

    HALBUKİ…
    Halbuki hakikati görmek için şöyle bir düşünmek yeter insana. Zira her şeyi idrak edecek kabiliyet verilmiştir. Ama yine de aralarından günah işlemez, doğruyu gösterici örnek kılavuzlar gönderildi… Merhameten… Kitaplar verildi. Şefkatle… İradesini itaat yönünde kullanırsa mükâfatın ne olduğu, isyan ederse başına gelecekler belirtildi.

    İNSAN ve İCATLARI
    18. yüzyıldan itibaren Batı, gittikçe artan bir ivmeyle, maddeye hâkim olmanın hakkıyla, uyuşuk dünyayı hegemonyası altına aldı. Miskin yığınlar; eşya ve hadiselere hâkimiyetin remzi makineyi icat etmiş efendinin köleleri kabul edildiklerine şükretsinler… Yine artan bir ivmeyle, maddeye hâkimiyetin sembolü makine sayesinde, dünyanın bütün dengeleri, efendinin lehine altüst oldu. Bu durum, makineyi hangi fikrin emrinde kullanacağını bilemeyen Batı’yı da şaşkına çevirdi ve şımarttı. Ve makine haddini aştı… Daha doğrusu insanın makineye bakışı haddini aştı. Makine, bilhassa köle yığınlar nazarında masallardaki “dile benden ne dilersen” diyen cin zannedildi. Halbuki “cin” maddî ve manevî bütün değerleri hercümerç ediyor farkında değil… “…Makine, eski beşerî muvazeneleri silip süpürür, el işini ve sanat emeğini çürütür, sınıflar batırır ve sınıflar çıkarır, bilhassa ‘mâverâî – ötelere bağlı’ itikatları pörsütürken, şaşkın insan ruhunda alabildiğine putlaşmış ve insan yapısı olduğunu unutturarak yeni bir insan yapma kudretinin sahibi zannedilmiştir.” (Necip Fazıl, Türkiye’nin Manzarası, 60).“Eşya ve hâdiseleri zapt ve teshir etmesi için halife olarak yaratılan insan”; makinenin hakikatini anlamadığı gibi –bizde bazılarının değer atfettiği sözüm ona şair Nazım Hikmet’in ifadesiyle– makine olmaya bile özendi:

    “Trum, trum, trum

    Makineleşmek istiyorum!”

    Eliyle yaptığı puta tapmaktan farkı ne bunun? Acaba bugün yaşasaydı, ilerlemenin ve ilericiliğin kaynağı ve belirleyicisi gördüğü makineye özenir miydi? Makinenin abartılması yetmedi, günümüzde, teknik gelişmelerin sanalı, insanın üzerine binbir başlı ejderha gibi yüklendi. Makinenin teknik gelişmelerin alâmeti, internet de haberleşmenin ve iletişimin remzi sanıldı. Makine, dünyadaki değerleri alabora etmişti… İnternet ise keşmekeş hale gelen değerleri temelinden yok etme yolunda… Maddî ve manevî… Makine daha çok maddî değerleri bozdu, internet ise daha çok manevî değerleri yok etmek yolunda hiçbir engel tanımıyor.

    Mesele makine ve internet değil… Bir fikir ve iman manzumesi emrinde istihdam edilmeyen her şey haddini aşar ve fayda yerine zarar verir. İşte anlaşılamayan bu… Dünyanın buhranını (Pikasso) ve (Dali) gibi ressamlar Süperviyel gibi şairler hissetti…

    “Binbir başlı ejderha

    İnsan beyniyle doyan!”

    Makine tıkırtıları aslında, dünyanın bir iman hamlesine ihtiyacı olduğunu haykırıyordu. Anlaşılamadı…

    Bütün haberleşme ve iletişim imkânlarını tuşa getiren, her zaman herkesin ihtiyacına amade internet de aslında, kan ve gözyaşı içinde yüzen dünyanın canhıraş feryadı… Kendini emsal göstererek, bütün gücü ile insanlığın bir nizama ve nizamlanmaya ihtiyacı olduğunu ifşa ve ilân ediyor: İnternet dâhil her şeyi disiplin altına alabilecek bir iman manzumesine!.. Yani İslâm’a!.. Evet, “İSLÂM’A NÜFUZ ETMEDEN BU ÂLEMDE NÜFUZ EDEBİLECEĞİMİZ HİÇBİR ŞEY YOKTUR.” (Necip Fazıl, Çerçeve 1, 147, 3.b., 1998)

  • “BƏŞƏRİ DUYĞULARIN POETİK İFADƏSİ”

    O kəslər ki ülvi hisslər, duyğularla yaşayır, o kəslərə Böyük Yaradanın özü köməkçi olur. Olum, ölüm həqiqətləri ilə ömür sürən, bütün mənəvi gözəlliklərə tapınan saflıq, xeyirxahlıq hissləri ilə nəfəs alan kəsləri İlahi öz nəzərində saxlayır və eşqin, məhəbbətin qapılarını onun üzünə açmağı əsirgəmir. Coşğun ürəkləri adilikdən, sadəlikdən, tənhalı və guşənişinlikdən çıxarır, onu təəccübə, heyrətə səsləyir, iç dünyasını geniş açmağa ruhlandırır. Mirzəcanın bu günlərdə çapdan çıxmış “Sevgi kitabəsi” şeirlər toplusunu oxuyarkən bu hissləri keçirir, aşıb-daşan düşüncə və duyğularını kiminləsə bölüşməyə ehtiyac duyur, içindəki tilsimli duyğuları ifadə etmək zərurəti yaranır və özünü qələmə sarilmaqdan saxlaya bilmirsən.
    Son illərdə müxtəlif mətbu orqanlarında şeirlərini oxuduğum Mirzəcanı məhz bu cür tanımışam. Onun şeir ilahəsinin pıçıltılarını aydınca görür, hiss edir, mənən saflığa, ilahiliyə çağırış duyğularına şərik oluruq. Poeziya aləminə gec, lakin güclü gələn şair Mirzəcan məhz həyatın, insanlığın sirli-sehirli dünyasını ecazkar qələmin predmetinə çevirməyi bacaran incə ruhlu ədəbi bir şəxsiyyətdir. Bu incə, zərif hisslər, mübaliğsiz, hər bir həssas insanın ürəyini tarıma çəkir, xoş, ülvi duyğularla doldurur. Səmimi sözlər, ifadələr zərgər dəqiqliyi ilə şeirə elə hopdurulmuşdur ki, sən ondan zövq almaya bilmirsən.
    Əsrimizin bu günlərində müasir ədəbi gənclik kimi Mirzəcan da daha çox dərddən, həsrətdən, ayrılıqdan, göz yaşlarından yazmağa üstünlük verir. Bu, bəlkə də təbiidir. Dərd daha çox yazdırandır. Lakin inam, ümid, gələcəyə optimist baxış duyğuları da önəmlidir.

    “Dərdlərimi yaza-yaza,
    Yetişdim, çatdım payıza.
    Şerimdən boylanan qıza,
    Sənə, mənə salam olsun…”

    “Mənim ümid yerim, tutacaq yerim,
    Qızılağac-axır yatacaq yerim…”

    “Odu keçmiş bir ocağam,
    Xəzan vurmuş bir yarpağam,
    Bəlkə mən də yalquzağam,
    Dolanıram tək başına…”

    “Əfv etsin çəkdiyim aha,
    Yazmasın Allah günaha,
    Adam öləndə Allaha,
    Yoxsa özünə qayıdır…?”

    Həyat eşqi ilə yanaşı ölüm, ayrılıq, təklik, ömrün payızı, qışı, yurd-torpaq həsrəti şairin əksər şeirlərinin ruhunu təşkil edir.
    “Axşamçağı”, “Dərd”, “Ömrün payızında ağlayan adam”, “Bir ovuc torpaq”, “Qışın gəlməyinə bir addım qalıb”, “Dünya ilə giley-güzar”, “Dünya”, “Bacıma məktublar”, “Kəbədir evimiz”, habelə Araz silsiləsindən olan şeirlərdə də bir qədər pessimist duyğular hiss olunmaqdadır. Lakin bu bədbin ruhlu şeirlər insanın əl-qolunu bağlamır, gələcəyə inam hissi, yaşamaq-yaratmaq eşqi ilə süslənmiş poeziya nümunələridir.
    Çox sevdiyi şair Vaqif Səmədoğlu kimi, Mirzəcanda da qurğuşun ruhlu təfəkkür hakimdir. Ömrə, həyata şübhə ilə baxan, hisslər, duyğular xaosunda itib çaşan “məni” uyğudan ayıldan, pessimizmdən uşaqlaşdıran məhz təfəkkürdür. İnsanı işıqlı ideyalara tərəf çəkib aparan təfəkkur… Italiyan dahisi Dante nahaqdan demirdi ki, “Şübhə mənə heç də bilikdən az həzz vermir”, yaxud “Mərifət nuru şübhədən parlar” (H.Cavid), “Bircə ondan razıyam ki, özümdən narazıyam” (B.Vahabzadə).
    Mirzəcanın şeirlərində də hisslə təfəkkürün vəhdəti özünü aydın göstərir:

    Dərdim böyüyüb, yer tapmır,
    Bir cüt gözümə çəkilir.
    Dar gəlir qəlbim dərdimə,
    Dəntək üzümdə əkilir.

    Ayrılığa dözmür ürək,
    İnsafsızdan yoxdur kömək.
    Sınıram quru budaqtək,
    Gücüm yox, qolum bükülür.

    Əbədi mövzu olan eşq, məhəbbət duyğuları böyük klassiklərimizi, o cümlədən Mirzəcanı düşündürən ən ülvi bir hissdir. Varlığına şübhə edilən, lakin daima axtarılan, tapıldıqda isə insanın daşını daş üstə qoymayan sevgi nələrə qadir deyil !..
    Şairin poeziyası çeşidliyi, rəngarəngliyi ilə seçilir. Sərbəst və hecanın müxtəlif formaları onu özünə cəlb edir. Onun şeirlər silsiləsi sevgi duyğularının və həyata fəlsəfi baxışının poetik ifadəsidir. Dünyanın, insan qəlbinin ziddiyyətləri, təzadları bu şeirlərin əsas ruhunu təşkil edir. Təbii duyğuların saflığı, nəcibliyi, qəm-qüssə ilə dolu olsa da, insanı həyəcanlandırır və eyni zamanda düşünməyə, yaşayıb-yaratmağa səsləyir. Şair yaxşı dərk edir ki, yaradıcı şəxs özündə həyatdan, təbiətdən ərz etdikləri ilə yeni bir dünya yaradır, idealla gerçəklik arasında ziddiyyətdən xali poetik bir dünya !…
    İlahidən şair doğulan hər kəs bu missiyanı öz poeziyasında yaratmağa qadirdir. Mirzəcanın şeirlərində tez-tez rast gəldiyimiz ümidsizlik, həsrət, iztirab, qəm-kədər motivləri, əslində zahiri məzmun daşıyır. Batində isə hiss edirsən ki, bu cür həyat təzadları idrakdan, təfəkkürdən uzaqlaşmaq deyil, həqiqəti anlamağa hesablanan çalarlardır. Yəni dərddən qaçmaq, özündən qaçmaq, iraq düşməkdən başqa bir şey deyil. Bu elementlər sözü, misranı fikirlə, ideya ilə canlandırmağa xidmət edir. Əlbəttə, bütün bunlar ilhamın, əqlin və zəkanın məhsuludur. İlham isə yalnız Allahın seçilmiş insanlarına nəsib olur və onlar üçün işıq saçan şimşək kimidir. Düzdür, sevincdən, xöşbəxtlik anlarından şeir yaranır. Lakin şairi şair edən iztirab və dərddir, həsrət və intizarlardır. Alman dahisi Hötenin dediyi kimi, “Poeziya dərdin anasıdır, hər bir əzab çəkən və ağlayan insan şairdir, hər damla göz yaşı şeirdir, hər bir ürək poema”

    Allah, bu necə sevgidi,
    Dillənmir, dilimdən axır.
    Könlümdə qalmır söz kimi,
    Vərəqdən, qələmdən axır.

    …Dərviş oldum bu yollarda,
    Hara getdik, gəlib hardan,
    Dolaşır qanda, damarda,
    Qəlbimin telindən axır…

    Poetik məna yükü ilə seçilən Mirzəcan poeziyası eyni zamanda zərif sevgi duyğuları ilə də ürəklərə nur səpələyir, işıq saçır. Bəzi beytləri səciyyəvi misal kimi göstərmək olar:

    “Mən nakam ölmüşdüm sevgimiz üçün
    Qocaldım, deyəsən, ölə bilmirəm.”

    “Dünyanı almağa, bəs edər dərdim,
    Özümü mən səndən ala bilmirəm.”

    “Hər şeir tikilən sevgi qalası,
    Yazdım sevgimizdən nişanə qala.” və s.

    Bu cür incə, zərif poetik misra və beytlər hər bir oxucu qəlbinə hakim kəsilir.
    Əgər bu kiçik nümunələrdə ürək sarsıntıları, həsrət, intizar, qüssə, kədər və s. görürüksə, bunlara müstəqim mənada yanaşmaq düz olmaz. Çünki əslində şair daha çox “ürək ağrısına abunəçidir” (M.Araz). Ölümdən, səadətdən, ayrılıq, həsrətdən yazmaq olar və bu, qaçılmazdır. Bunlar insan həyatının hər günkü təzadlarıdır.
    Biri var şeir yazasan, bir də var ki, şeir quraşdırasan. Mirzəcanın ən mühüm yaradıcılıq məziyyəti məhz onun şeir yaratmasıdır. İlk baxışda bəlkə də mücərrəd görünən misraların, beytlərin iç mənasına diqqət yetirmək lazımdır. Böyük S.Vurğun əbəs demirdi ki: “Yaşasın məna gözəlliyi!” Mirzəcanın ənənəçilikdən uzaq olan şeirlərində sözlərin düzümü ilə yanaşı, məna yükünə də xüsusi diqqət verməsi oxucunu düşünməyə, özü özünə hesabat vermək məsuliyyəti aşılayır.
    Əsl şair hər ümmandan bir damla götürür və götürür ki, ümman yarada bilsin. Bunsuz şair və yaradıcılıq yoxdur və yəgin ki, ola da bilməz. Bülbül olub gülə eyni nəğməni oxusan da arı kimi şirə çəkmək, “bal qoparmaq” daha vacibdir. Biz bu kimi keyfiyyətləri Mirzəcanın poeziyasında axtarmaq yox, görürük. Zənnimizcə, ən mühümü də budur.
    Bir mühüm cəhət də vardır ki, bu, şairin poeziyasında öz lakonik ifadəsini tapır. Məhəbbət və Gözəllik!… Bu qüdsi məfhumlara məna vermək, onların mahiyyətini açmaq hər kəsə nəsib deyil. Sevmək və ya sevilmək gözəl şeydir. Lakin bunları məna çalarları ilə oxucuya çatdırmaq daha əfsəldir:
    Sirli, sehirli məhəbbəti tapmaq, onun varlığı ilə yoxluğu arasındakı dilemmanı dərk edə bilmək, insan idrakına sığışmayan bir məfhumdur, “Əsl məhəbbət – ölməzlik cəhdidir”, “Məhəbbət-sevilmək arzusudur, sevənlər-hamısı şairdir”, “Məhəbbət şirin melodiyadır” və s. Lakin bunlar məhəbbət barədə hər şey deyildir. Əsas məsələ budur ki, Mirzəcan istedad sahibi kimi ürəklərə, insan əqlinə nüfuz etməyi xoşlayır, oxucunu da bu barədə düşünməyə sövq edir.
    Sadə, gözəl insan və şair Mirzəcan həyatının müdriklik dövrünü yaşayır. Biz onun bundan sonra da gənclik eşqi ilə yazıb-yaradacağına inanır və ondan yeni əsərlər gözləyirik. Özü demişkən: özün yazdın, özün pozdun, Mirzəcən özün-özünə… əziz şair dostumuz Mirzəliyin davamlı və daimi olsun.

    Böyük sevgilərlə:

    Əmirxan Xəlilov,
    filologiya elmləri doktoru, professor,
    AYB-nin üzvü.

  • Hüseyn Cavidin “Seçilmiş əsərləri” Daşkənddə özbək dilində işıq üzü görüb

    Daşkənddəki Heydər Əliyev adına Azərbaycan Mədəniyyət Mərkəzinin (AMM), Bakıdakı “Kaspi” qəzeti və “Kaspi” Təhsil Şirkətinin layihəsi ilə böyük Azərbaycan şair və dramaturqu Hüseyn Cavidin “Seçilmiş əsərləri” paytaxtdakı “Kamolak” nəşriyyatında özbək dilində çap olunub.

    Kitabda çap edilən “Əmir Teymur”, “Şeyx Sənan” və “Səyavuş” dramlarını mərhum özbək tərcüməçi Usman Kuçkar, “Peyğəmbər” əsərini isə özbək dilinə şair Tahir Qahhar çevirib.

    Layihənin rəhbəri AMM-nin rəhbəri Samir Abbasov, kitabın tərtibçisi Qulu Kəngərli, elmi məsləhətçi filologiya elmləri doktoru Sona Vəliyevadır.

    Kitaba yazdığı “Ön söz”də akademik, AMEA-nın vitse-prezidenti, Nizami adına Ədəbiyyat İnstitutunun direktoru İsa Həbibbəyli qeyd edir ki, Hüseyn Cavid XX əsrin Azərbaycan romantik şeirinin istedadlı nümayəndələrindəndir. Alim yazıda Azərbaycan ədəbiyyatının orta əsrlər dövründə keçdiyi inkişaf mərhələsindən söz açır, ədəbi cərəyanlar haqqında fikirlərini bölüşür, Hüseyn Cavid yaradıcılığı barədə məlumat verir, əsərlərini təhlil edir və onun şeir üslubunun fərqli cəhətlərini, romantik-fəlsəfi mahiyyətini oxucularla bölüşüb.

    İsa Həbibbəyli Azərbaycan ədəbiyyatı tarixində ilk dəfə dram janrında əsər yazan romantik sənətkarlardan olan Hüseyn Cavidin ölkəmizdə romantik dramaturgiya məktəbinin əsasını qoyduğunu qeyd edib.

    Mənbə: http://olaylar.az

  • Azərbaycan Dövlət Musiqili Teatrında ustad dərsləri

    Fransada yaşayan məşhur həmyerlimiz – rejissor Emil Səlimov Musiqili Teatrda olub, teatrın rəhbərliyi və aktyor heyəti ilə görüşüb. Media nümayəndələrinin də böyük maraqla izlədiyi görüşdə teatrın direktoru, Əməkdar incəsənət xadimi Əliqismət Lalayev əvvəlcə peşəkar rejissor məktəbinin layiqli nümayəndəsi – Emil Səlimov barədə geniş məlumat verib.
    “Emil Səlimov dünya teatr məkanında xüsusi çəkisi olan insandır. O, P.İ.Çaykovski adına Moskva Dövlət Konservatoriyasının “Səhnə rejissorluğu” fakultəsinin məzunudur. Bir müddət öz ixtisası üzrə Rusiyada çalışsa da, sonralar Fransaya köçüb və artıq 35 ildir ki, vətəndən uzaqlarda yaşayır. E.Səlimov təkcə Fransada deyil, dünyanın müxtəlif ölkələrində teatr hərakatlarında hərəkətverici qüvvə kimi tanınır. Parisdə onun müəllifi olduğu “Emil Səlimov metodu” adlı teatr məktəbi fəaliyyət göstərir…” – deyərək Ə.Lalayev sözü və meydanı həmyerlimizə verib.
    Uzun ayrılıqdan sonra doğma vətənində olduğuna görə özünü xoşbəxt hiss etdiyini vurğulayan Emil Səlimov səmimi söhbətin ardınca teatrın bütün gənc aktyorlarını səhnəyə dəvət edib, onlara ustad dərsləri keçib və qısa vaxt ərzində qarşılıqlı olaraq gözəl nəticə əldə edib.
    Dünyanın bir çox teatrlarında tamaşalara quruluş vermiş görkəmli rejissor Musiqili Teatrda keçdiyi ustad dərsində gənc sənətçilərdə təkcə nitq vasitəsilə deyil, şüuraltı olaraq mimika, jestika, bədən dili ilə söhbətetmə vərdişlərini möhkələndirən, tamaşaçını inandırmaq bacarığını aşılayan məşğələlər aparıb.
    Sonda Emil Səlimov gənc aktyorlardan razı qaldığını və onların hər birinin güclü yaradıcı potensialının olduğunu nəzərə çatdırıb, gələcəkdə Musiqili Teatrla sıx əməkdaşlıq edəcəyini vurğulayıb.

    Fəridə ASLANOVA,
    Azərbaycan Dövlət Musiqili Teatrının Mətbuat xidmətinin rəhbəri

  • Sayalı ABASOVA.”Nərimanbəyov silsiləsindən xatirələr…”

    Nərimanbəyov silsiləsindən xatirələr..
    Hər əsrin öz unudulmayan sənətkarları vardır. Hansıki üslubu, sənətkarlığı ilə insanların qəlbində öz yerini tutur. Bu sənətkarlar sırasında bir çox ölkələrdə nümayiş etdirdiyi fərdi sərgiləri ilə tanınan dünya şöhrətli Azərbaycan rəssamı Toğrul Nərimanbəyovda var.
    Toğrul Nərimanbəyov 7 avqust 1930-cu ildə Bakıda anadan olub.Ata əcdadları Şuşalı, anası isə Fransada doğulub. İxtisasca mühəndis-energetik olan atası Fərmanbəy Fransada Tuluzada olarkən İrma lya Rude ilə tanış olur və onunla evlənir. Üç ildən sonra isə ailəsi ilə Bakıya köçür. Şərq mədəniyyəti və adətlərinə maraq, əntiq əşyalar toplama və tətbiqi sənət nümunələrindən olan kolleksiyalar bu ailənin mədəniyyətə olan marağından qaynaqlanırdı. Fərmanbəy Nərimanbəyov 1937-ci ildə Sibirə sürgün olunur, 1941-ci ildə isə Orta Asiyaya göndərilir və orada öz xanımı ilə 20 il ömür sürür. Toğrul və qardaşı Vidadi isə dayələri Anna Andreyevnanın himayəsində qalır. Uşaq ikən rassamlığa maraq göstərən Toğrulun ilk rəsm müəllimi tanınmış Azərbaycan rəssamı Kamil Xanlarov idi. 40-cı illərdə fəaliyyət göstərən piyanerlər evində ilkin rəssamlıq hazırlığı gənc və uşaqlar üçün ilkin məhələ idi. Balaca Toğrul da ilk addımlarını məhz burada atmışdı.
    1946-cı ildə Ə.Əzimzadə adına Rəssamlıq məktəbinin təsviri sənət fakultəsinə daxil olur.1950-ci ildə məktəbi bitirdikdən sonra təhsilini Litva Dövlət Rəssamlıq İnstitunda davam etdirmək qərarına gəlir.
    Təsviri sənətin sirrlərini öyrənən gənc tələbə paralel olaraq bədii fəaliyyətə qoşularaq, çoxsaylı sərgilərdə iştirak edir və hüdudsuz rəsm çəkmək istəyini gerçəkləşdirməyə çalışırdı. Eyni zamanda istedadlı Toğrulun vokal qabiliyyəti özünü biruzə verirdi. Əbəs yerə demirlər qarabağlı təbiəti incəsənət və musiqi istedadı olan insanlara müsbət təsir göstərir. Tələbəlik illərində rəssam Vilnus konservatoriyasında paralel olaraq klassik vokalı öyrənir. Musiqi ilə maraqlanması və klassik müğənni kimi inkişaf mərhələləri rəssamın bütün rəsm kompozisiyalarında öz əksini tapmışdır. Demək olar ki, onun təsviri sənəti musiqidir, musiqi isə onun təsviri sənətinin əksidir.
    Istənilən baxımdan ideal səviyyəyə çatdırılmış rəsm üsulu, mürəkkəb təsvir sxemini düzgün qurmaq bacarığına sahib olan Nərimanbəyov fitri istedad olmadan emosional səslənmə baxımından belə möhtəşəm əsərləri yarada bilməzdi. Özünəməxsus üslubda çəkdiyi natürmort, portret, mənzərə kimi rəsm əsərlərində ustalığını məharətlə nümayiş etdirib.
    Portret janrına hələ sənət yolunun başlanğıcında müraciət edib. Portretlərində istifadə etdiyi rəng çalarları mürəkkəbdir. Buda rəsm əsərlərinə baxarkən tamaşıçılarda heyranlıq hissi doğurur. Sadə xalqın həyatına həsr olunmuş və öz-özlüyündə parlaq, işıqlı, çoxtərəfli arzunun tam mənada təcəssümü kimi çıxış edir. Portretlərində orta əsr miniatürlərinə bənzərlik vardır.
    «Papiros çəkən Səttar» əsərində isə o böyük rəssam Səttar Bəhlulzadəni monolit şəkildə təsvir etməyi bacarmışdır.
    Çəkdiyi mənzərə əsərlərində ağacların budaq və gövdələri, təravətli meyvələr, rənglərin parlaq koloritin coşğunluğu insanın təbiətin bir hissəsi olduğunu, onun qoynunda rahatladığı fantastik aləmə aparır. Bir çox əsərlərində nar çəkməsi onun əsərlərinin fərqləndirən xüsusiyyətlərindən biridir. Nərimanbəyovun «Narlar» tablosu elə «Nar» qaleriyasının əldə etdiyi ilk əsər olaraq rəssamın şəxsi qaleriyasında əsas simvola çevrildi. Həm həyatı, həmdə həyatın özünü təcəssüm etdirən nar öz qalın qabığı altında qiymətli nar dənələrini gizlətdiyi kimi, bu qaleriya da incədən-incəyə topladığı əsərlərdən ibarət bu mədəniyyət xəzinəsini qoruyub saxlayır.
    «Mövzu və janr rəngarəngliyi yüksək sənətkarlıq və estetik kamilliyi ilə səciyyələnən yaradıcılığınız Azərbaycan təsviri sənətinin inkişafında mühim rol oynamışdır.Fırçanızdan çıxmış rəngkarlıq əsərləri Azərbaycanın qədim miniatür sənətlərinin rəng harmoniyasını və dünya incəsənətinin mütərəqqi ənənələrini özündə birləşdirən sənət inciləri kimi milli incəsənətimizin qızıl fonduna həmişəlik daxil olmuşdur. Vətən təbiətinin gözəlliyini, insanları mənəvi gözəlliyini təmin edən mövzularının ana xəttini həyata, insanlara məhəbbət təşkil edir» – bu ifadələr 5 avqust 2000-ci il Azərbaycan qəzetində çap olunmuş ümumilli lider Heydər Əliyevin Toğrul Nərimanbəyovun 70 illik yubileyi münasibətilə etdiyi təbrikdən bir parçadır. Həqiqətəndə, Toğrul Nərimanbəyov yaddaşlardan silinməyəcək sənətkarlar sırasındadır və azərbaycan xalqı öz dahi oğlunu heç zaman unutmayacaq!
    Sayalı Abasova

  • Sumqayıtda xeyriyyə aksiyası: Mərhəmətli olmağa tələsin!

    Sumqayıtda SOCAR-ın “Azərikimya” İstehsalat Birliyi və Respublika Qızıl Aypara Cəmiyyətinin Sumqayıt şəhər bölməsinin birgə təşkilatçılığı ilə ənənəvi keçirilən “Mərhəmətli olmağa tələsin!” adlı növbəti xeyriyyə aksiyasına start verilib.

    Bu münasibətlə “Azərikimya” İstehsalat Birliyinin akt zalında keçirilən tədbirdə çıxış edənlər bildiriblər ki, qış mövsümü ərəfəsində 8 ildən bəri davam edən və artıq ənənə halını alan aksiyanın məqsədi Sumqayıt şəhərində ümumtəhsil müəssisələrində təhsil alan, sağlamlıq və maddi imkanları məhdud olan uşaqları isti geyimlərlə təmin etməkdir.

    Respublika Qızıl Aypara Cəmiyyətinin Sumqayıt şəhər bölməsinin sədri Mətanət Məhərrəmova AZƏRTAC–a bildirib ki, ötən illərdən fərqli olaraq, bu il yardım veriləcək insanların bir neçə kateqoriyaya bölünməsi nəzərdə tutulur. Belə ki, bu aksiyadan hər iki valideynini itirmiş uşaqlar, əlil arabasına ehtiyacı olan insanlar və əlillər təşkilatının digər ehtiyaclı üzvləri, aztəminatlı ailələrin üzvləri, tənha və kimsəsizlər, baxıma, dəstəyə və yardıma ehtiyacı olan digər insanlar da yararlana biləcəklər. Noyabrın 25-dək davam edəcək aksiyada əldə olunan paltarlar, əlil arabaları və gündəlik tələbat vasitələri Qızıl Aypara Cəmiyyətinin Sumqayıt şəhər bölməsində toplanacaq, aksiyaya qoşulanların bilavasitə iştirakı ilə yekun tədbirdə insanlara paylanacaq.

    Tədbirin sonunda xeyirxah təşəbbüsə qoşulanlara, o cümlədən idarə, müəssisə və təşkilat rəhbərlərinə, fərdi sahibkarlara minnətdarlıq ifadə olunub.

    Mənbə: http://www.azertag.az