Bundan bir yıl önce niyet ettim, Kudüs’ü ziyaret etmeye. Eski dünyanın kalbine. İsra’nın durağı, Miracın basamağı, vuslatın eşiği Mescid-i Aksa’ya; arzın semavat ile en çok yaklaştığı noktaya. Nebiler ve resuller ocağı, evliyalar otağı Kudüs’e, daha doğru bir isimlendirmeyle Kudüs-ü Şerife. Hz. İbrahim’in evlatları tevhitten ırak düşeli beri değişik isimlerle anmışlar o kutlu beldeyi; Salem, Yaruşalayim, Beyt-ül Makdis, Jarusalem, Elia, Kudüs-ü Şerif… Fakat nasıl isimlendirilirse isimlendirilsin, barış, esenlik, kutsîlik, Hakk’a yakinlik, arınmışlık ve arındırıcılık temel bir nüve olarak saklanmış şehrin özünde. Bazen zahir, bazen batın olsa da, hep kutsallığın başkenti olarak kalmış. Kâbe’den kırk yıl sonra onu inşa eden Hz. Âdem’den bu yana hep müminleri olmuş Kudüs’ün. Müminler için her daim bir esenlik rüzgârı esmiş o kutsi tepede… Bir dönem putlarla dolmuş, başka bir dönem çöplük olmuş, ama derler ya hani “Altın yere düşmekle tunç olmaz.’’ Sonunda bir kurtaranı bir temizleyeni, bir tevhit çizgisine döndürüvereni bulunmuş. Evet, Kudüs’ü şerif’i ziyarete niyet etmiştim etmesine ama! Ya nasip! Elimde olmayarak çıkan bir engel nedeniyle gidemedim Kudüs ziyaretine. O zamanlar hüzünlü bir dua dökülmüştü gönlümden “Allah’ım, Kudüs’ten evvel beni başka bir yere gönderme’’. Sonra aylar geçti ve o duayı unuttum gitti. Bir yıl sonra bir dizi tevafuk ve Cenab-ı Hakkın lütfu ile Kudüs ziyareti yine kapımdaydı, kıymetli bir hediye olarak hem de. O vakit, unutmuş olduğum o duamı hatırladım. Bana düşen binlerce şükür ve vesile olanlara hayır dua ile bu kıymetli hediyeyi kabul etmekti elbette… Ve işte günü gelince, 1 saat 40 dakikalık bir uçuşla Tel Aviv semalarındaydık. Cenab-ı Hakkın Kuran-ı Keriminde ‘en uzak mescit’ manasında Mescid-i Aksa diye zikrettiği ve etrafını mübarek kıldığını müjdelediği o güzel mescit yakından da yakınmış, candan içeri bir parçamızmış meğerse.
Emaneti ehline verdiğimiz dönemlerde, atalarımıza 400 yıl hizmet etmek müyesser olmuş o beldelere. Belki de bu dönem; Kudüs’ün kuşatmalar, istilalar, yıkılıp yeniden yapılmalarla dolu tarihinde en uzun soluklu selam dönemi olmuş… Peygamber sevgisi ile dopdolu olan bu milletin izleri Kudüs’ün her yanında okunuyor hâlâ. Tarihi şehri çepeçevre kuşatan surlar Kanuni’nin eseri. Başka dinlerin müntesiplerini de kuşatıcı olsun diye kitabesinde “Lailahe illallah İbrahim Halilullah’’ yazan el Halil (Yafa) kapısından Kudüs misafirlerini 3 gün 3 gece bilâ ücret ağırlayan Sultan Hanına, oradan yoksullara asırlarca çorba dağıtan Hürrem Sultan imaretine kadar. Muhammed Şefik hattıyla Kubbet-üs Sahrayı çepeçevre kucaklayan Yasin suresinden İznik işi firuze çinilere, II. Abdülhamit’in inşa ettirdiği Hz. Fatıma mihrabından Kıble Mescidini aydınlatan kristal avizeye, II. Mahmut’un hatırası olan sakal-ı şerif mahfazasından, asırlardır süren bir gelenekle Türkiye’de dokunmuş olan halılarına kadar… Mescid-i Aksa’yı karşıdan keyifle seyreden Zeytin dağında, ordumuzun son karargâhından, köşe başlarındaki sebillere, en önemlisi o sükûn ve esenlik günlerini bizzat dedelerinden dinlemiş olan ve Türkiye denince gözleri parlayıp yüzleri gülücüklerle dolan Filistin’in mazlum ahalisine kadar, ecdadın izleri her yerde karşımıza çıkacakmış meğer, dört gün süren ziyaretimiz boyunca.
Tel Aviv havaalanından otobüse binerek kısa bir yolculukla tam seher vaktinde Yafa’ya ulaşıyoruz. Otobüsten iner inmez, Akdeniz’in o ılıman havası eşliğinde Ezan-ı Muhammedi, bizi huzura davet ediyor. Burada ecdat yadigârı Mahmudiye camiinde sabah namazına misafir oluyor, cami çıkışı ikram edilen nane çayını yudumluyoruz. Filistin usulü güzel bir kahvaltıda soluklandıktan sonra yaklaşık bir saatlik yolculuk ardından kuşluk vaktinde, asıl menzilimiz olan Kudüs’ü Şerife varıyoruz. Zeytin Dağı’na bakan Aslanlı kapıdan şehre dâhil oluyoruz. Kadim Kudüs, taş yapıları, daracık, yer yer merdivenli sokakları, abbaralar ve kemerlerle şekillenmiş baştan ayağa taştan dokusu ile sizi sarıp sarmalıyor. Harem-i şerif sur içinin kuzey doğu köşesinde 144 bin m² lik yaklaşık dikdörtgen şeklinde bir alanı kaplıyor. Kapıda İsrail polisi girişleri denetliyor. Turistlere müdahale etmiyorlar ama Filistin halkının girişine zaman zaman engel olduklarına üzülerek şahit oluyoruz, orada kaldığımız günler boyunca. Mescid-i Aksa’mız; Kubbet-üs Sahra, Kıble Mescidi, Kadim Aksa, Mervan Mescidi ve Burak Mescidi gibi yapılar başta olmak üzere; minareler, medreseler, tekkeler, kemerler, kubbeler, sebiller, kuyulardan oluşan irili ufaklı onlarca yapı ile bezenmiş bir masal diyarı gibi. Hz. Ömer(r.a.) zamanında (638) fethedildiğinden beri her dönemin izlerini taşıyan bu mübarek tepede, zeytin ve servi ağaçlarının dingin gölgesinde, gökyüzünde bir güneş gibi parlayan altın kubbenin karşısındayız işte. Ferahlık, genişlik esenlik hissileri ile dolu bir yeryüzü cenneti sizi altı cihetten sarıp sarmalıyor.
Muallâk kayasının zirvesini örten Arapçada kaya kubbesi anlamına gelen Kubbet-üs Sahra’nın güzelliğini anlatmak için ne söylense kelimeler kifayetsiz kalır. Gitmek, görmek, yaşamak gerek. Simgesel sekizgen planı, bin bir renk ve desende ahşap ve mozaik süslemeleri, çinileri, vitrayları ile izlemeye doyulmayan, cennet içre cennetleri çağrıştıran bir sanat şaheseri. Kubbet-üs Sahra’nın içinden muallâk kayasının altındaki ruhlar mağarasına birkaç basamakla iniliyor. Taşın yalınlığında, bir girdap gibi, insanı somuttan soyuta, bedenden ruha, dünyadan ahirete çeken bir uzlet ve tefekkür mekânı burası. Miraç gecesi Efendimiz(s.a.v)’in u’lul-azm peygamberlerle birlikte kıldığı namazın makamı. Peygamberler ve velilerin izleriyle dopdolu maneviyatı fevkalade yüksek bir alan.
Aksa’nın kıble tarafında, Kıble mescidi yer alıyor. Kesme taştan, ortada geniş bir sahın, kenarlarda daha dar ikişer sahından müteşekkil, önünde yedili revakı ve mihrap üzerinde bir kubbesi bulunan çok sütunlu ulu camiler tipinde bir yapı burası da. Önünde kâse şadırvanı, etrafında ebediyet timsali durgun serviler ile doğuya ait bir masal gibi uzanıyor. Güneydoğu köşesinde Hz. Ömer mescidi ve yine doğu yönünde Hz. Meryem’in hatırasını yâd eden bir bölümü de ihtiva ediyor. Selahattin Eyyübî zamanından kalma bir sanat şaheseri olan ünlü minberi 1969 daki saldırıda yakılmış, şu an aynı minberin yeniden yapılmış hali süslüyor. Zaman zaman İsrail askerlerinin saldırılarına uğramış, tabiri caizse bir ‘’gazi’’ mescit. Orada kaldığımız süre zarfında kocaman kapılarından girerek dünyanın dört köşesinden gelen cemaatiyle saf tuttuğumuz, Mescid-i Nebevi’deki ezanları hatırlatan ezanlarını dinlemeye doyamadığımız, güzel bir tevafukla bir umre arkadaşımızla karşılaştığımız, namaz sırasında içinde uçuşan, insana aşina serçelerine hayran kaldığımız bir güzel mescit. Bilhassa yatsı namazlarında, son secdeden önce el açıp edilen dualar unutulmaz güzellikte idi. Yarım yamalak Türkçeleri ile bizi çay içmeye davet eden yaşlılar, cümle kapısının yanında babacığına dersini ezber eden örgü saçlı küçük kız, her sabah bizi ‘‘nasısın’’ diye Türkçe selamlayan Yusuf yüzlü çocuk, Kudüs hatırası olsun diye aldığım tespihin imamesinden düşmüş bir tespih tanesini geri dönerek getiren yaşlı kadıncağız, sakalı şerif mahfazası önünde kucaklaştığımız gül yanaklı kızlar, velhasıl, bizi “ehlen ve sehlen’’ ile selamlayan , “Ahsen-i nas’’ diye iltifat eden Filistin’in mazlum halkı, hepiniz unutulmaz güzellikte idiniz.
Kıble Mescidi’nin alt katında Kadim Aksa denilen mescitte efendimizin miraç yolculuğuna şahitlik ettiği düşünülen 2000 yaşında sütunlar ve Meymune (r.a) annemize söylenen Hadis-i Şerifte bahsi geçen zeytinyağı kuyuları bulunuyor. Kuzey ve batı yönünde halen faal birkaç medrese, doğuda imam Gazali’nin İhya adlı eserinin bir bölümünü yazdığı bir medrese yer alıyor. Güneydoğu köşesinde, yer altında kalmış Mervan Mescidi Emevilerden kalan bir eser. Güneybatı köşesinde Efendimizin (s.a.v) burağını bağladığı düşünülen Burak Mescidi bulunuyor. Burak duvarının arka yüzü ise Yahudilerce Süleyman mabedinin bir parçası sayılan batı (Ağlama) duvarı ki; bu duvar yine Kanuni zamanında Yahudilere ibadet etmeleri için tahsis edilmiş.
Allahın dostu Hz. İbrahim üzerinde ittifak etsek de, tevhit dininin zaman içinde müntesipleri tarafından bozulmasıyla farklı iki din olarak zuhur eden bugünkü Musevilik ve Hıristiyanlık, İslam diniyle öylesine yan yana, alt alta – üst üste ki bu şehirde… Nebi Davut (Sion) tepesinde Hz. Davut (a.s.) türbesinde Musevî kadınlarla omuz omuza dua ederken, Zeytin Dağında Hıristiyan hacılarla birlikte, bizim için Rabiat-ül Adeviyye, onlar için Maria Magdelena (ama ismi ne olursa olsun bir Hakk aşığı) hanımın huzurunda dururken, İsa (a.s)’ın göğe alındığı Yükseliş Mescidi’nde secde ederken, bir yanda dünya Hıristiyanlarının bir numaralı kutsal mekânı olan Kıyamet (Kutsal Kabir) kilisesi, karşısında fetih günü Hz. Ömer (r.a.)’in namaz kıldığı yere onun adına inşa edilmiş Hz. Ömer camii ile çevrelenmiş meydanda, Osmanlı zamanından beri süregelen bir statükoyla kilisenin anahtarlarını elinde tutan Müslüman ailenin hikâyesini dinlerken, Efendimizin miraçta aşk burağını bağladığı duvarın hemen arka yüzünde yıkık mabetleri için ağlayarak ibadet eden Yahudileri görünce, atamız İbrahim (a.s.) de birleşen tevhidin nasıl kesrete evrildiğini hissediyorsunuz. Kesretteki vahdet ve vahdetteki kesrete defalarca şahit oluyorsunuz. Bu şahitlik, Kudüs’e 35 km mesafedeki El Halil (Hebron) şehrine vasıl olduğunuzda iyice zirveye çıkıyor. Biz Müslümanlar için dördüncü haremi şerif olan Al-i İbrahim makamı burası. Hz İbrahim(a.s.) ve ailesinin kabirlerinin bulunduğu mağara üzerine haçlı hâkimiyeti sırasında (1206) yapılmış, İslam döneminde camiye çevrilmiş bir kutlu mekân. Yaşı müsait olanlar hatırlayacaktır; El Halil şehri 1994 yılına kadar tamamen Müslümanların hâkimiyetinde bir şehirken, o yılın ramazan ayında bir sabah namazı vakti, fanatik bir Yahudi tarafından cemaate ateş açılmış, ne yazık ki çok sayıda şehit ve yaralı olmuştu. Bu olaydan sonra İsrail hükümeti güya güvenlik gerekçesiyle camiyi 9 ay süre ile kapatmış. Şehrin etrafını duvarlar ve dikenli tellerle çevirip, girişlere ancak tek kişinin geçebileceği turnikeler koymuşlar. Camiyi ortadan ikiye ayrılıp yarısını sinagog haline getirmişler. Hz. İshak (a.s,) ve refikasının makamları bizim tarafımızda, Hz. Yakup (a.s.) ve refikası ile Hz. Yusuf (a.s.)’ın makamları diğer tarafta kalmış. Minare Yahudi tarafında kaldığı için bazen ezan okumak dahi mümkün olamıyormuş. Hz. İbrahim ve Sare annemizin makamları ise tam ortada. Hz. İbrahim’in türbesine bir pencereden biz niyaz ediyoruz, diğer pencereden Yahudiler. Sadece miraç gecesi caminin tamamı Müslümanların ziyaretine, Yahudilerin bayram gününde de onların ziyaretine açılıyormuş. Belki tesis edilmiş bir barış ortamı olsaydı bu uygulama güzel karşılanabilirdi. Ama duvarlar ve dikenli tellerle çevrilmiş şehre, tam teçhizatlı İsrail askerlerinin önünden tek tek turnikelerden geçerek girebiliyorsunuz. Şehir yarı terk edilmiş hayalet kent görünümünde. Ne yazık ki etrafta görünen birkaç çocukla ihtiyar, fakirlik içinde yüzüyor. İşgal, savaş ve zilleti iliklerinize dek hissediyorsunuz burada. Yahudilerin müzikten çok gürültüye yakın duran sesleri arasında şaşırmamaya çalışarak gözyaşları içinde ettiğimiz dualar tüm gezinin en hüzünlü bölümü olarak kaydediliyor hafızamıza. Gruptan bir genç kardeşimizin okuduğu Mülk Suresi ile mülkün asıl sahibini bir kez daha hatırlıyor, Aksakallı bir dedenin okuduğu, Asr Suresi ile tefekkürümüzü taçlandırıyoruz. “Asra and olsun ki, insan hüsrandadır, ancak iman edenler, salih amel işleyenler, birbirlerine Hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesna.’’
Yine Kudüs’e komşu şehirlerden Beytüllahim’de Hz. İsa (a.s)’ın doğduğuna inanılan beşik kilisesi ve Halhul kasabasında Hz. Yunus (a.s) makamını ziyaretten sonra Nebi Musa (a.s.) makamına doğru yol alıyoruz. Artık dünyanın en çukur yeri olan Lut gölüne çok yakın bir noktadayız. Yol boyu gördüğümüz üzüm ve zeytin bahçeleriyle dolu bereketli topraklardan eser kalmıyor. Coğrafya tamamen değişiyor ve bir tek yeşil bitkinin bile yer almadığı boz tepelerle çevrili, kupkuru bir hale dönüşüyor. Bir helak yeri olan bu aşağıların aşağısı Lut gölü ile semavata en yakın nokta olan Kudüs’ü Şerifin bu kadar yakın olması da, esfel-i salisinle ahsen-i takvim arasında gidip gelmeye müsait yaradılıştaki insanoğlunun yeryüzündeki bir tezahürü gibi anlam kazanıyor. Selahattin Eyyübî tarafından gördüğü bir rüya üzerine yapılmış olan Hz. Musa makamı türbe ve camiye zamanla gelen misafirler için bir de kervansaray ilave edilmiş. Her yıl yapılan Nebi Musa şenlikleri de Selahattin Eyyubî’den kalma bir hatıra. Kervansarayın giriş kapısı üzerinde asılı ay yıldızlı bayrağımız al rengiyle bize gülümsüyor. Huzurda Hz. Musa makamında çok latif bir koku var, herhangi bir kokulandırma yapılmadığı halde kudretten geldiği söyleniyor. Bu güzel kokuyu hayranlıkla içimize çekiyoruz.
Kudüs-ü şerif ve civarındaki dört gün ve gece tadına doyulmaz bir rüya gibi geçip gidiyor. Gölgelerin uzadığı bir ikindi vakti Mescid-i Aksa’da kıldığımız son namazın ardından kalbimizi ardımızda bırakarak veda ediyoruz bu kutlu beldeye. Bilhassa Aksa’nın dört köşesinde koşuşturan çocuklarına son kez veda ediyoruz.
Mescid-i Aksanın çocukları
Mavi gözlü
Kara gözlü çocuklar
Ay yüzlü
Sevgi yüklü
Serçeler kadar hürdü
Dilimizde ümmetin bu esir ve yetim mescidinin bir an önce hürriyetine kavuşması ve mazlum Filistin halkının barış içinde güvenle yaşayabilecekleri günlere ulaşması için ettiğimiz dualarla. Cenab-ı Hakk Hz. İbrahim’in evlatlarını tevhitte bir eylesin, bizlere de Haremeyn ile kıyaslandığında çok tenha ve mahzun kalan bu güzel beldeye tekrar ve tekrar gelmeyi nasip eylesin inşallah. Ziyaretime vesile olan sevgili kardeşim Bora Yağmur’a, Kudüs-ü Şerife gönül vermiş rehberimiz muhterem Dr. Hasan Fehmi Ulus hocama ve öğrencilik hayatını Türkiye’de geçirmiş bir Türkiye dostu olan, sevimli Türkçesiyle bize gönüllü rehberlik yapan Mescid-i Aksa inşaat işleri müdürü Mühendis Muhammed Amireh beyefendiye en kalbi teşekkürlerimle.